Gurbette Bayram Sabahı

Aziziye Cami - Londra

Aziziye Cami - Londra

Gurbette Garip

Nişanyan’ın hazırladığı Çağdaş Türkçe Etimolojik Sözlüğü’ne göre gurbet ve garip “güneşin battığı” yer anlamına gelen Arapça garp kelimesinden türemiş. Kelime “uzaklaşma” ve “batma” birincil ve “yabancı” ve “tuhaf olma” türevsel fiil anlamlarına sahip. Bu ortaklık gurbet kelimesiyle ilgili basit bir internet taraması yaparken karşıma çıkan “gurbette garip” tanımlamasıyla dikkatimi çekmişti. Osmanlı’nın son dönemlerine doğru çeşitli nedenlerle memleketlerinde tutunamayıp tahtın ayağına savrulan genç ve bekar erkekleri tanımlayan “garip yiğitler” kavramını hatırlamış, bir tür yabancılaşma halinin mekansal (gurbet) ve durumsal (garip) biçimleri arasında kurulan koşutluk bana oldukça derin gözükmüştü.

Hele ki, “gurbette ölen şehittir” gibi bir hadisin olduğu rivayet ediliyor ki, göçebeleşmiş İslam’a dair tartışmalarda Hicret (göç) kavramından sonra en çok vurgulanan ikinci kavram seti Dar-ül İslam (teslimiyet-yurdu) ve Dar-ül harp (çarpışma-yurdu) arasındaki ayrımı anlamamız açısından oldukça önemli bir algıya işaret ediyor. Gurbette ölen şehittir, zira gurbet, “ulaşma”, “buluşma yeri” anlamına gelen sıla kelimesinin değili olarak kişinin aidiyetine kaynaklık eden kökenden uzak mekan ve kendine yabancı olduğu bir duruma işaret eder. Böylesi bir koşulda kendi benliğine, kimliğine sahip çıkmak cihat (gayret) olarak takdir ediliyor olmalı ki cennet (korunaklı bahçe) ile ödüllendirildiğine inanılmış. Ne de olsa herkesin senden olduğu bir iklimde kendine sahip olmak daha kolay olsa gerek.

Gurbette Bayram Gariptir

Türkçü-muhafazakar fikriyatın ruhunu elinde tutan bir metin olan Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri şu görkemli dizelerle başlıyor: “Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede, Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de. Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi.” “Gök kubbemiz altında bu bayram saati” dizesi “gurbette garip” olmanın mekansal ve durumsal olarak tam zıttı bir hale işaret ediyor olmasıyla kavramı anlamamız açısından önem kazınıyor. Zira, “kendi gök

kubbemiz altında” eşsiz bir mekan tarifi veriyor. Bu kubbenin altını bize mekan kılan ise kuşkusuz bizi belirli bir vakitte bir başka kubbe, Süleymaniye’de buluşturan inanca olan teslimiyet. “Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi” ise bir coğrafyayı vatanlaştıran tarihselliğe işaret ediyor.

Bana tüm bunları düşündüren yine bir gurbette gariplik mevsiminde olmamız. Gurbette bayram geçirmenin Türkiyeli göçmenlerdeki melankolik tezahürü benim için gurbet– ve sıla-mekan arasındaki farkın üzerine düşünebileceğimiz eşsiz bir olgu sunuyor. Söz gelimi, kızının nişanı için birlikte Türkiye’ye yolculuk ettiğim, babasının gurbetliğine 16 yaşında ortak olmuş Ali Ekber bu aceleye gelmiş dünür ziyaretinin bayrama denk geldiğini fark ettiğinde duraksamış ve “biliyor musun bu 28 yıldır Türkiye’de gireceğim ilk bayram olacak” demişti. Kendisiyle tanıştığımız ilk günden beri Norveç’te sosyal hayatın olmadığından yakınıyordu Ali Ekber. Türkiye’de, sokağa çıktığında, bir dükkana girdiğinde hiç tanımadığın birine “selamün aleyküm” dediğinde aldığın samimi karşılık söz gelimi.

Bayramın Mekanı ve Zamanı

Kuşkusuz İslam evrensel bir din, namaz ve oruç mekandan bağımsız olarak yeryüzünün her hangi bir noktasında yaşanan tüm inanlara koşulsuz ödev kılınmış ibadetler, ve kuşkusuz bayram gibi kutlamalar da. Fakat, her kültür ve inancın kendi tarihselliğini kurmasında araçsallaşan bir zaman algısı ve bu zamandan şekillenen bir mekansallığı ve yaşam-dizemi var.[1]

Tıpkı Ali Ekber gibi mekansal ve zamansal kurgunun İslam kültürünün göre belirlenmediği coğrafyalarda yaşayan milyonlarca birinci kuşak göçmen için bayramlar gurbette, noksanlıkta ve garip oldukları hatırlatan bir vaka oluyor. Bu yoksunluğu hissetmek için sadece bir inanç olarak İslamın takipçisi olmak zorunluluğu yok elbet. Zira, mekan-zaman kurgusu üzerinden bir yaşam dizemiyle kültürleşen inanç ait olduğunuz toplumsallığın önemli bir belirleyeni oluyor. İslamın şekillendirmiş olmasına rağmen dini-bayramların sekülerize olmuş toplumsal ve kültürel etkinlikler olarak deneyimlenebileceğini de not etmek gerek. Söz gelimi, Ali Ekber bir Alevi olarak camiye giden, bayram namazı kılan bir insan değil. Fakat, Türkiye’de bayram-zamanın getirdiği olağan-olandan-farklı toplumsallığı içselleştirmiş biri olarak İslam inancın neresinde durduğundan bağımsız bu şenliğe ortak görüyor kendini.

Bunun bir diğer açığa çıktığı durum yurt-dışında bulunan ama İslam inacının tüm gereklerini takip etmeyen bir çoklarının tebriklerini aksatmamak için bayramın hangi gün başladığını hatırlamaya ilişkin göstermeleri gereken fazladan gayretle açığa çıkıyor. İslam inancına dair yaşam-dizeminin hissedilebilir olduğu yegane mekanlar olan camilerde[2] dahi bayramın gelişi bir kaç küçük ilan ve saatli maarif tavimiyle işaretlenmiş iken bu mekanı paylaşmayanlar bayramın gelişini haber veren gösterenlerden bütünüyle yoksun kalıyor.

Diğer yandan, gurbet ve sıla-mekan arasında farklar bayramın mekanlaşması konusunda da belirginleşiyor. Anavatanda tüm bir kamusal hayatı belirleyen ve gündelik yaşamın içinde mekansallaşan bayram; gurbette, ulus, dil ve cemaat üzerinden yanyana gelen küçük göçmen topluluklar yerelinde kurumsallaşan camilerle sınırlı etkinlikler olarak yaşanıyor.[3] Bayramın öncesinde bayramın etkinlikselleşmesine ilişkin gerekli olan kurban kesimi, baklava yapılması, caminin olağandan fazla sayıda kişiye hizmet vermek üzere hazırlanması gibi çalışmaların tamamlanması gerekiyor. Olağan bir namaz vaktinden daha kalabalık bir katılımcının geleceği bilindiği için bayram namazları Türkiye’den farklı olarak birbirini takip eden iki ayrı zamanda kılınıyor. Geç kalanlar caminin uygun bir alanında bir sonraki seansı bekliyor. Günün erken saatinde kılınan bayram namazı bir çok göçmenin camide buluştuğu ve bayramın, görece dar aile çevreleri dışında, toplusamsal olarak deneyimlendiği yegane vaka oluyor.

Fakat, belirtmek gerekir ki, kamusal takvimde tatil olmayan bir günde bu etkinliğe katılmak işleri gereği kimi göçmenler için mümkün olamıyabiliyor. Tıpkı Ramazan’da olduğu gibi İslam inancının gerekleriyle uyuşmayabilir işler yapan kimselerin yaşamında bayram-zamanlar daha da ağırlaşıyor.

Ali Ekber ile 28 yıl sonra Türkiye’de geçirdiği ilk bayramı üzerine sohbet ederken çok şeyi değişmiş bulduğunu söyledi. Bir çok gurbetçinin Türkiye’deki sıla-zamanlarına ilişkin ortaklaştıkları “eskiden biz geldiğimizde köyün en uzak evindekiler bile ziyaretimize gelirdi, şimdi kendi soyumuz[4] bile kapımızı çalmıyor” hayıflanmasını hatırlatır biçimde çocukken köyde geçirdikleri bayramları, bulabildikleri bir kaç kuruşla ilçe sinemasına kaçmalarını anlattı.

Gurbette Bayram Şiirleri

Geride bırakılanların ve geçen yılların onulmaz biçimde eksiltiği bir hayat en çok bayram-zaman gibi dönemlerde hissediliyor. “Gurbet” oldukça zengin ve çeşitli kültürel ürünlere ilham kaynağı olan bir kavram. “Gurbette bayram” üzerine düşünmemi zenginleştirecek kaynaklar ararken tesadüf ettiğim bir kaç şiiri paylaşmak isterim.

siz gurbette bayram sabahı nasıl olur bilir misiniz

öyle tatlı telaşlar koşturmalar yoktur mesela

olağan günlerden biridir

belki biraz daha buruk

(Emoş)

En mübarek günde, hasret çekeriz

İki büklüm olup boyun bükeriz

Ateş sönsün diye yaşlar dökeriz

Bu gurbet ellerde bayram sabahı

(Mikdat Bal – Hollanda)

Bayram sabahı hüzünle kalkar giderim

Gurbetteyim yok kimim kimsem derim

Başım eğik giderim namazıma

Niyazımda ‘Kimsesizim bu ellerde Allah’ım!’ derim

(Ertuğrul Zengin – Bişkek)

Ne halden bilen var ne hatır sayan

Burada pek makbul insana kıyan

Muteber bilinir sözünden cayan

Çekilen çileler bir gün dolmuyor

Gurbette bayramlar bayram olmuyor

(Mehmet Faruk Hatiper)

Yaram kanar, kabuk bağlamaz

Gözyaşlarım akar, durmaz

El oğlu halim anlamaz

Gurbette bayram sabahı

(Ozan Ayten – Washington)

Ana, baba, kardaş, yar yok yaran yok

Nar olur gurbette bayram sabahı

Hasta olsan hallerini soran yok

Zor olur gurbette bayram sabahı

(Hakkı Şener)


[1] Anthony Gidden “Modernizmin Sonuçları” kitabında mekan-zaman kurgusundan şekillenen yaşam-dizeminin modernleşmeyle birlikte nasıl dönüştüğüne ilişkin oldukça önemli bir tartışma yapıyor.

[2] Müslüman coğrafyadan gelen göçmenlerin anavatandan daha güçlü “dinsellik” gösteriyor olması göç-koşullarında İslam üzerine yapılan bir çok araştırmanın ortaklaştığı temel bir bulgu olarak karşımıza çıkıyor. Bayram-zamanlardaki duygusal seferberliğin işaret ettiği gibi bir çokları için göç-mekanda noksanlığı hissettiği toplumsal ve kültürel ihtiyaçların giderilebileceği yegane mekanlar camiler. Norveç’te görüştüğüm genç bir imam, Türkiye’den çok farklı olarak din-görevlilerinin yurt dışında “hem bir öğretmen, hem bir psikolog, hem bir hoca, hem bir dost, hem bir danışman, hem bir toplum önderi” rolü üstlenmek zorunda kaldıklarını söylemişti. Kuşkusuz bu ihtiyaçlar doğrultusunda camilerin toplumsal ve kültürel bir alan olarak kullanılıyor olmasıyla “dinselliğin” ölçülmesini sorunsallaştırmak gerekiyor.

[3] Gurbet-mekanda bayramın bir kapalı ve dar ortam etkinliği olarak sınırlı kaldığını örneklemek için Norveç’te gerçekleştirilen bir bayram buluşmasından ilişikteki fotoğrafları dikkatinize sunarım. http://yukarikayalar.wordpress.com/2007/10/14/gurbette-bayram-sabahi-oslo-2007/.

[4] Aynı geniş aile üyeleri anlamında.

Yurt Dışı’nda 12 Eylül ve Sakıncalı Göçmenler

Göçmen-mekanda bir Siyasal Seferberlik Aracı olarak Anavatan

İnanç ve benzeri kültürel dokuların siyasallaşması ve buna koşut olarak yaşanan çatışmalar nedeniyle yerini yurdunu bırakmak zorunda kalan toplulukları isimlendiren diaspora[1] Musevi mabetlerinin M.Ö 586 yılında Babilliler ve M.Ö 70 yılında Romalılar tarafından yıkılması ve M.Ö 460 yılında başlayıp 60 yıl süren Peloponez Savaşları sonucunda onbinlerce insanın aidiyet hissettikleri topraklardan sürülmesiyle oluşan yeni bir toplumsal hale işaret eden bir kavram olarak tarih sahnesine çıkar. Yüzyıllar içerisinde içerik ve kapsam değiştiren kavram, İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni göçmenlerin anavatanla olan ilişkilerinin kavramsallaştırılmasında tekrar hatırlanır ve anavatanından uzak düşmüş hemen her göçmen topluluğu isimlendiren bir kavram olarak yeniden belirir.

Bu genişlemeye karşın kavramın kuramsal ve çözümleyici bir araç olarak değerini yitirdiğine ilişkin tartışmalar kaçınılmaz olmuş ve “oluşmakta olan”, “ticaret”, “emperyal” ve “emek” gibi çeşitli ön ekler türetilerek diaspora özelliği gösteren ama toplumsal, kültürel ve siyasal yönelimleri farklılaşmış olan topluluklar kavram çerçevesinde tutulmaya çabalanmıştır. Bu tartışmaların kendini tekrar eden kısırlığına karşın Thomas Faist’ın öncülüğünü yaptığı bir başka eğilim ise diaspora kavramının çağdaş göç çalışmalarında bir kenara bırakılması ve yola “ulus-aşırı göçmen” kavramı ile devam edilmesini önerir. Öyle ya da böyle kavramın uzun geçmişi içerisinde “memleket” mefhumunun göçmen topluluklar için duygusal-edilgen bir nesne değil, aksine siyasal saiklere dayalı güçlü bir seferberliğin motoru olarak yerini koruya geldiğini not etmek gerekiyor.

“Türk”ün 12 Eylül ile İmtihanı

12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye’de yaşanan Askeri Darbe göç-mekanının yukarıda tarif edilmeye çalışılan anavatan etkisini görmek açısından öncesi ve sonrasıyla birlikte önemli bir vaka sunar. 12 Eylül bu çerçeveden önem kazanan en başat özelliği “kimin 12 Eylül’ü” sorusu çervesinde Türkiye’den Avrupa’ya göç eden herkesin Türk (Turkish) kimlik-kategorisi içerisinde yerleştirilmesini imkansızlaştıran parçalayıcılığıdır. Kuşkusuz Türk kategorisi hiç bir zaman türdeş bir topluluğa işaret eder olmamıştır. Türkiye’den Avrupa’ya göçün başladığı 1960’lardan bu yana Türkiye’deki mevcut etnik, inançsal, siyasal, bölgesel, toplumsal ve sınıfsal yarılmaların tümü bu yeni toplumsal mekana da yansımış, göçün erken yıllarında Türkiye’den gelen herkesin dertlerine derman olmak için kurumsallaşan yerel ve ulusal ölçekli “Türk” dernekleri on yıl gibi kısa bir süre içerisinde mevcut yarılmalara koşut olarak isim ve işlev değiştirerek yoluna devam etmiştir. Fakat, 1970’lerin aşırı çatışmacı siyasallaşması, 12 Eylül’ün hemen ardından gelen dehşetli suskunluk ve 2000’lerin açılımlarına kadar süren tedirgin yıllar olarak üç dönemde inceleyebileceğimiz 12 Eylül Vakası her toplumsal kesimin kendince deneyimlediği bir süreç olarak bu parçalanmayı hızlandırmıştır.

Sakıncalı Göçmenlerin[2] 12 Eylül’ü Erken Başlar ve Geç Biter

Türkiyeli göçmen-mekana Aleviler penceresinden baktığım alan araştırmam esnasında 12 Eylül’ün gurbette ne denli zahmetli yaşanmış olduğuna ilişkin derin bir kanaat geliştirme şansım oldu. Örtüştüğü ve çatıştığı Sol ve Kürt kimliklerle beraber Aleviler açısından 12 Eylül Vaka’sının gurbette nasıl yaşandığını yukarıdaki üç dönem üzerinden konuşmak mümkün. Öncelikle, 12 Eylül’e giden süreç Aleviler açısından oldukça kanlı başlar. 1970’lerin son üç yılında Maraş, Sivas, Çorum, Yozgat, Malatya[3] gibi illerde yaşanan saldırılarla büyük kentlerdeki belli mahalleler dışında Türkiye’nin genel sattı Aleviler için güvensizleşir. Gelecekteki muhtemel bir dönüş için bu şehirlere yatırım yapmaya başlamış göçmen Aleviler 12 Eylül darbesi gelmeden bu bölgeleri boşaltmaya ve ailelerini yanlarına almaya başlar.

12 Eylül ile başlayan dönemde ise yurt dışına çıkışlar yoğunlaşır. Solun İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki kurtarılmış bölgeleri dağıtılırken örgütlü mücadele zeminini yitiren sempatizan ve sol-siyasiler halihazırda Avrupa’da teşkilatlanmış örgütlerin aracılığıyla, gurbetten tedirgin bir biçimde Türkiye’ye bakan göçmenlerle buluşur. Bu yıllara dair Türkiye’de okurken bir yaz tatiline gelen babalarının kendilerini apar topar Avrupa’ya götürdükleri beklenmedik göçmenleşme hikayeleri bugün Avrupa’da göçmen-siyaseti yapan bir çok şahsiyetin biyografilerinde ortaklaştıkları nokta olarak karşımıza çıkıyor olması bir tesadüf değil kuşkusuz.

Bu dönemin bir diğer bilinmeyen yanı 12 Eylül’ün Kapıkule’nin batısına uzayan korku gölgesidir. Türkiye’de yasaklamalara bağlı olarak bir çok insan Türkiye’de “dert olur” korkusuyla siyasi derneklerden uzaklaşmış, konsolosluklarda inisiyatifi ele alan askeri ateşeler Türkiyeli göçmen derneklerin seçimlerinde divan üyesi olarak boy gösterir ve ağırlıklarını Türk-İslam sentezci eğilimlerden yana koyar olmuş, konsolosluklardaki “penceresiz odalar” özel-davetlerle görüşmeye çağırılan “sakıncalı” kimselere memleketin içinden geçtiği güç dönemin telkin edildiği ikna odalarına dönüşmüştür.

Türkiye’de siyasetin askerin gölgesinde sağcı-liberal politikalarla yeniden tanımlandığı 1980’lerin sonuna doğru 12 Eylül travması Sol, Alevi ve Kürt siyasetler için derinleşir. Türkiye’den İngiltere’ye yaşanan göçün örneklediği gibi Anadolu’nun belirli bölgelerinden Avrupa’ya iltica patlaması yaşanır. İltica dalgalarını Türkiye’de ve Avrupa’da yönetenlerin kimlikleri ve sürecin işleyiş biçimi bu gidişlerin devlet eliyle yönetilen planlı bir boşaltma olduğuna ilişkin ciddi kuşkular uyandırır. 2000’lere gelene kadar Türkiye, devlet destekli ve sistemli insan hakları ihlalleri nedeniyle ilticacı-gönderen bir ülke olarak kalır.

Diğer yandan, Avrupa’da Kürt hareketinin etkin olarak egemenlik kurmaya çabaladığı 1990’lar boyunca ülkeye hakim çatışmacı iklim göç-mekanı da etkisi altına almış, devletle çatışmacı bir çizgi izleyen Sol ve Kürt hareketler kendilerine uzak gördüğü Sol ve Alevi kurumları baskı altına almaya çabalamıştır. Türkiye’deki kadar yaygın olmasa da Avrupa’nın bir çok ülkesinde şüpheli cinayetler görülmüştür, Türkiyeli siyasal kurumlar çeşitli istihbarat raporlarında kriminal faaliyetlerle birlikte anılır olmuştur. Söz gelimi, Londra’da faaliyet yürüten siyasi bir kurumun “Özgürlük Mücadelesine İngiltere’den Katılanlar” başlığıyla hazırlamış olduğu “Şehitler Köşesi” Avrupa’daki siyasallaşmanın boyutlarına işaret etmesiyle bu dönemin sancılarına işaret eder.

İbrahim Sevimli[4] 1990’ların hemen başında Avrupa’daki Türkiyeli siyasi iklimi incelediği kitabındaki tespitleri 12 Eylül’ün yaratmış olduğu travmayı anlamak açısından önemlidir. Anavatandan ağırca sürülmüş olan çeşitli siyasi duyarlılıklara sahip insanların kurdukları örgütleri “yurt-dışı” ön ya da son ekiyle anıyor, yaşadıkları coğrafyayı “cephe-gerisi alan” olarak tanımlıyor olmalarındaki soruna işaret eden Sevimli “yurt-dışı” ile kastedilen belirsiz coğrafyanın “kendilerinin de yaşadıkları bir yer olarak değil, kendilerinden uzakta bir coğrafya, kendilerinin dışında bir iktisadi-toplumsal-siyasal-kültürel bütünlük olarak” görüldüğüne işaret etmektedir. Bu mekan-algısında Türkiye “mücadele” Avrupa ise “Yurt dışında Mücadele” alanı olarak belirmekte ve ilkine tabi olarak tali bir uğraşı alanı oluşturmaktadır.[5]

Sözün kısası 12 Eylül Avrupa’da erken başlamış ve geç bitmiştir. Türkiye’nin görece normalleştiği 2000’lerle birlikte Türkiyeli göçmen-mekan da 1990’ların huzursuz ikliminden çıkmaya başladı. Söz gelimi, Berlin’deki Alevi Kültür Merkezi tabanının büyük bir bölümü Dersimli olmasına rağmen dernek çatısı altında 38 Dersim anmaları ilk defa 2000’lerin ortasına doğru yapılabildi, Dersim-dili kurum çatısı altında ancak yine aynı yıllarda konuşulur oldu. Benzeri bir sürecin yansıması olarak, hemen tüm üyeleri Kürtçe konuşan Alevi coğrafyasından gelen Londra’daki Alevi Kültür Merkezi’nde Kürtçe, benzeri korkuların aşılmasına koşut olarak son bir kaç yıldır konuşulmaya başlandı.

12 Eylül 2010 - Londra

12 Eylül 2010 - Londra

30. Yılında 12 Eylül’ü Açılımlar Gölgesinde Yurt Dışında Anmak

Bu yıl 12 Eylül’ün 30. Yılı olması, Sol, Alevi ve Kürtler tarafından mesafeli karşılanan referandumun aynı güne denk gelmesi Avrupa’da da yoğun bir seferberliğe neden oldu. Söz gelimi, Avrupa’nın üç önemli kentinde oldukça benzer tema ve içerikle üç toplantı gerçekleşitirildi: Londra’da “30. Yılında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasını Lanetliyoruz”, Köln’de “30. Yılında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasını Lanetliyor, Ölümünün 26. Yılında Yılmaz Güney’i anıyoruz” ve Berlin’de “12 Eylül ve Aleviler” başlığında düzenlenen toplantılara katılım önceki yıllara karşın 12 Eylül mağdurlarının ortak bir payda da buluşma çabasına işaret ediyordu. Programlarına baktığımızda bu ortaklaşmanın yansımalarını göze çarpıyor.

Söz gelimi, Köln’de düzenlenen toplantının katılımcıları BDP, Alevi Enstitüsü, Kızıl Bayrak, Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu, çeşitli sendika temsilcileri, hukukçu ve insan hakları aktivistlerinin yanısıra Pınar Sağ, Nurettin Rençber, Grup Haykırış gibi müzisyeler ve Tiyatro Piya katılıyordu. Bu profil diğer anmalara da hakimdi. Toplantılar konuşmacıların konu başlıklarında da ortaklaşıyordu: “12 Eylül ve Kürtler”, “ve Aleviler”, “ve İşçiler”, “ve Kadınlar”, “ve Cezaevleri”, “ve Hukuk”, “ve Sanat”.

Diğer yandan, ortak travmaları üzerinden yanyana durmaya çalışan bu gruplar arasında çeşitli gerilimler olduğunu vurgulamak gerekiyor. Söz gelimi, Londra’da düzenlenen toplantıda Londralı Türkiyeli topluluklar açısından bir ilk yaşanmış ve İngiltere Alevi Kültür Merkezi ve Cemevi yeni yönetimi ilk defa Sol ve Kürt kurumlarıyla birlikte bir masa etrafında toplanmıştı. Herkes kendi 12 Eylül’ünü anlatırken, kimi konuşmalacılar aynı anda Türkiye’de gerçekleşmekte olan referandumu hatırlatmış ve Alevilerin neden boykot yerine CHP’nin kuyruğuna takılarak “Hayır” dediğini merak ettiklerini sormuştu. Alevi örgütlenmesini devletin Sol ve Kürt hareketini bölmek üzere teşfik ettiği iddiasına dayanan bu göndermelerin farkında olarak konuşmasına başlayan IAKM Başkanı ise Alevilerin taraf gözetmeksizin hep ezilenlerin yanında yer aldığını ama Osmanlıyla dönem dönem ittifak eden Kürtlerin yeri geldiğinde Alevileri hedef almaktan geri durmadığını söylemesi salonda soğuk rüzgarlar estirdi.

Türkiye’den ziyarete gelmiş, sol-siyaset kökenli bir diğer Alevi siyasetçi ise “Devrimci Alevi Örgütlenmesi” olarak andığı Alevi duyarlılığın 1960’larda başladığına ve gerek Sol gerekse Kürt siyasetlerin yanında yer alan Alevilerin özellikle de 12 Eylül sürecinde çok büyük bedeller ödediğine dikkat çekti. Bu çıkışların ardından ağırlıkla Alevi inanç ve Kürt etnik kimliğinin örtüştüğü bölgelerden gelen katılımcılar arasında ciddi bir tartışma baş gösterdi. Benzeri tartışmalara farklı koşullarda tanık olmuş bir gözlemci olarak 12 Eylül’ü Lanetleme Toplantısında ortaya çıkan bu gerginliği uzun bir dönem içerisinde yaşanan 12 Eylül travmasının bir uzantısı olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.

Dün memleketteki siyasal baskı ve gerginliklerin her türlü sarsıntısını göçmen-mekanda yaşayanlar memlekete gidip gelmenin önünde engel kalmadığını bugün, açılımlarla birlikte tüm yaşananları “dert olur” çekincesi duymadan konuşabilecekleri yeni bir koşul içinde buldular kendilerini. Fakat, bu yeni koşulun kendisi tek başına yaşananlara derman olmuyor. Bazı çevreler yaşadıkları, yerleşikleştikleri koşulları “yurt-dışı” olarak görmenin yanlışlığını fark ederek daha Avrupalı-merkezli bir bakış açısı çizmeye çabalarken, bir çoklarıysa Türkiye’deki görece rahatlamanın zorlamaya başladığı eski bakış açısının yerine yenisi koymaya çabalıyor. Bu yazıyla, tıpkı 12 Eylül Vaka’sı gibi Açılımlar’ın da birbirini izleyen süreçler olarak gurbette nasıl algılandığı ve deneyimlendiğinin, anavatanın göçmen-mekanda nasıl bir siyasal seferberliğe yol açtığı ve bu etkinin değişen yansımalarını görmek açısında çalışılması gereken müstesna bir örnek sunduğunu not etmek istedim.


[1] Eski Yunanca: (DiaSpor), Tohum saçılması / boydan boya dölleme.

[2] Anavatan’ın göçmenler açısından önemli bir siyasal seferberlik aracı olması gibi göçmenler de anavatan açısından ciddi bir siyasal kaygı unsuru olabilir. Diaspora kavramının farklı yüzler bulduğu bir çok örnekte bu kaygının haklılığını görüyoruz. Uzaktan ve yeni bir siyasal, toplumsal tebdil-i mekanın ferahlığından anavatana bakmak kuşkusuz farklı ve aykırı şeyler söyleyebilmenin önemli bir zeminiydi. Bu çerçeveden ayrı bir yazı konusu olma hakkını saklı tutarak, “sakıncalı göçmen” kavramı üzerine düşünebileceğimizi sanıyorum. Konumuz açısından, Aleviler, Kürtler ve Solcular Türkiye’deki 3K Doktrini’nin (Komünistler, Kürtler, Kızılbaşlar) bir uzantısı olarak göçmen-zeminin de sakıncalıları olarak görüldüğünü not etmek gerekiyor.

[3] Bu illerin bir diğer özelliği geniş bir Alevi kırsal hinterlantına sahip olmalarıydı. 1960’larda birlikte açılan gurbet kapısından geçen Aleviler bu on yıl boyunca biriktirdikleri göçmen-sermayesini bu il ve bağlı ilçe merkezlerine akıtmış, yatırımları takiben kırsaldan bu merkezlere doğru yoğun bir Alevi göçü yaşanmıştı. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak Aleviler il ve ilçe merkezlerinde görünür olmaya başlamıştır. Bahsi geçen saldırıları yükselen Alevi görünürlüğüne karşı olduğunu iddia eden tezler bugün yaygınca dile getirilmektedir.

[4] Sevimli, İbrahim. (1993), Uzun Bir Göç Öyküsü: Halk, Göçmen, Azınlık ya da Ulus Olmak, Belge Yayınları.

[5] Bu yılların Avrupa’sında en yaygın siyasal etkinlik biçimi “Yılmaz Güney Anmaları” olmuştur. Bugün halen benzeri toplantılarda adı anılan Yılmaz Güney’in Avrupa’da, sürgünde vefat etmiş olması bu önemini anlamamız açısından önemli. Bu toplantıların hemen hepsinde en çok okunan metin ise Güney’in sürgünlük halini tanımladığı konuşmasından alınan şu cümlelerdir: “Benim için sürgün, ülkeme yeniden dönebilmek için kararlı bir mücadele demektir. Benim için sürgün dünya halklarıyla ilişki kurmak demektir… Benim için sürgün, sürgün demek değildir.” Sanıyorum bu dizelerle birlikte düşünüldüğünde, Sirkeci’nin işaret ettiği Avrupalı kurumların kendilerini tanımlamada “Yurt-dışı” kavramını kullanıyor olmaları anlaşılır olacaktır.

Diaspora’da Doğan Umut: Wcylef Jean.

Minor Hopes - BCZ 2010

Minor Hope - BCZ 2010

12 Ocak tarihinde yaşanan büyük depremle dünya gündemine gelen Haiti, Amerika’da yaşayan Haitili müzisyen Wyclef Jean’in (W.J.) 28 Kasım’da yapılacak seçimlerde bu küçük Karayip devletini yönetmeye aday olduğunu açıklamasıyla birlikte yeniden uluslararası medyanın odağı oldu. Time Dergisi’nin “halkını yoksulluk ve yolsuzluk cenderesinden kurtarmak üzere yola çıkan bir modern zamanlar Musası” olarak tanıttığı, Birlikte Yaşam Partisi lideri W.J.’nin göçmen-anavatan dayanışmasını çağıran “Yüz Yüze: Hep Birlikte Yapmalıyız” kampanyası diasporanın siyasal etkinliğine ilişkin özgün bir örnek sunuyor. Bu yazı içerisinde, göç-çalışmaları yazınında 1990’lardan bu yana önemli bir yer tutmaya başlayan bu bağa ilişkin kuramsal bir tartışma yerine W.J.’nin kişisel ve Haiti’nin ulusal biyografileri özelinde bu özgünlüğün anlaşılması açısından önemli olan uzun bir tarihsel arkaplan değerlendirilecektir.

Diaspora’nın Yetenekli Veledi…

1972 yılında Hıristiyan bir vaizin oğlu olarak Haiti’de dünyaya gelen W.J. dokuz yaşında ailesiyle birlikte New York’a göç ediyor. Müziğe olan ilgisini Berklee Müzik Koleji’ne taşıdıktan sonra 1990’ların The Fugees[1] topluluğuyla birlikte ilk önemli çıkışını yapıyor. Soul, hip-hop ve ragge gibi sömürgecilik tarihinin derinlerinden yankılanan müzik biçimleriyle geleneksel Haiti ritimlerini birleştiren topluluk göçmenliğe ilişkin duyarlı bir çizgi takip ediyor.[2] Haiti kimliğinin fena halde damgalandığı 1980’lerde Amerikan vatandaşlığına geçip Haiti pasaportunu yakmayacak kadar kimliğine sahip çıkan W.J.’nin bu çizginin izlenmesinde önemli bir rolü var.

Müzik kariyerinde doygunluğa eriştiği 2000’li yıllarda anavatana yönelik sosyal sorumluluk projelerine yönelen W.J.’nin 2005 yılında kurduğu Yéle Haiti (Haiti Özgürlük Çığlığı) vakfı anavatandaki binlerce gence eğitim bursu sağlıyor. 2007 yılında ülkeyi vuran Jeanna Kasırgası’nın yaralarını sarmak üzere etkinlik alanını genişleten W.J., 2007 yılında ülkenin uluslararası konumunu iyileştirmek üzere Haiti’nin iyi-niyet elçisi olarak görevlendiriliyor. Ocak ayında yaşanan depremle birlikte genç kuşaklar ve diasporanın erişimine kapalı, yolsuzluklara boğulmuş anavatan siyasetine doğrudan katılma kararı alıyor.

Afrika kadar Kara bir Coğrafya: Karayipler.

Coğrafi bir terim olan Karayip Havzası, Kuzey ile Güney Amerika kıtaları ve Meksika Körfezi ile Atlas Okyanusu arasında kalan, irili ufaklı 7 bin adayı kapsayan 24 ülkeyi içine alan bölgenin ismidir. Bermuda Şeytan Üçgeni’ni içeren bölgenin Avrupa, Afrika ve Amerika üçgeninde gelişen keşifler, sömürgecilik ve köle ticareti üçgeninin tam ortasında yer alması “Karayip” ismini derin bir tarihsel çerçeve içerisinden siyasal göndermelerle yüklü bir kavrama dönüştürüyor. Amerika kıtasının en fakir ülkelerinden biri olan Haiti, havzanın Küba’dan sonra ikinci büyük adası olan Hispaniola’yı Dominik Cumhuriyeti ile birlikte paylaşıyor.

5 Aralık 1492 yılında Kolomb tarafından keşfedilen Ada, şeker kamışı plantasyonu olarak sömürgeleştirildikten sonra yüzyıllar boyu Fransız, İspanyol ve Britanya sömürgeci güçleri arasında süren mücadelelerin ortasında kalır. 18. Yüzyıl sonunda bir kaç devrim girişimde bulunan Adalılar, Fransız Devrimi’ni bölgeye taşır ve 1 Ocak 1804’de bağımsızlıklarını ilan ederek tarihe ilk siyahi devleti[3] hediye ederler. Yerel dillerde toprak-ana anlamına gelen Ayiti ismini alan devlet 1815’de Simon Bolivar’ın İspanya’ya karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini destekler ve Amerika’da süren kölelikten kaçan binlerce Afrikalı’ya sığınak olur. Gelişmelerden rahatsız olan Fransa 1825 tarihinde, 19. yüzyılın Küba’sı, Haiti’yi işgal eder.

20 yüzyılın başlarında ise Ada’da süregiden siyasi çalkantılardan tedirgin olan Fransa, Almanya, Amerika ve İngiltere bu bağımsız ülkeye yatırım yapan işadamları ve çıkarlarını korumak üzere 1914 tarihinde Ada’ya ortak bir müdahalede bulunurlar. Ada, 1915 – 1934 yılları arasında süren, 3 bin Haitilinin hayatını kaybettiği fiili bir işgal süreci arından Haiti ve Dominik Cumhuriyeti olarak ikiye bölünür. Amerika’nın çekilmesiyle birlikte yeni çizilen sınır boyunda 3 gün süren bir iç-savaş yaşanır ve 20 bin Adalı bu çatışmalarda hayatını kaybeder.

Ada, doktor-baba lakabıyla anılan François Duvalier’in başkan seçildiği 1957 yılına kadar bir dizi kanlı darbeye daha sahne olur. Doktor-baba’nın umutlu gelişi kendisini ömür boyu başkan ilan etmesiyle birlikte kararır. 1971 yılında ölümü ardından yönetimi devralan oğlu Jean-Claude, doktor-bebe, 1986 tarihinde yoğunlaşan gösterilerle birlikte adayı terk etmek zorunda kalana kadar 30 bin kişiyi meçhule kurban eden kanlı rejimin başkanlığını yapar. 1987 – 1990 tarihleri arasında bir tür ara rejim yaşayan Haiti 1990’da Jean-Bertrand Aristide’nin başbakan seçilmesiyle yeni bir dönemin kapılarını aralar. Fakat, 1991 yılında baş gösteren siyasal krizle birlikte Aristide Amerika’ya sığınmak zorunda kalır. 1994 yılında Birleşmiş Milletler’in[4] müdahalesiyle normalleşen Ada’ya dönen Aristide ülkenin yönetimine geçer. 2000 yılında yapılan ve muhalefetin boykot ettiği seçimlerde oyların %92’sini alarak yeniden seçilir. Fakat 2004’de Haiti’nin kuzeyinde çıkan bir isyan sonucu adayı tekrar terketmek zorunda kalır.

Literatür Yazan Göçmenler.[5]

12 Ocak tarihinde ardında 230 bin ölü bırakan depremin hemen ardından kaleme aldığı “Haiti Dersi” başlıklı bildiride, Fidel Castro’nun bize hatırlattığı üzere bölgenin ve Ada’nın dünya tarihindeki yeri bu denli derin. Bu derinliği Afrika’dan başlayıp Kuzey Amerika’da son bulan uzun ve henüz tamamlanmamış bir göç tarihi olarak okumak da mümkün. Nitekim, Afro-Karayip kavramı sosyal bilimler açısından önemli bir mefhum. Sonradan Kenya’nın ilk cumhurbaşkanı olan Jome Kenyatta ile başlayan ve günümüzde Stuart Hall ve Paul Gilroy’a kadar gelen köklü bir Afro-Karayip entellektüelizmine “anavatanlık” eden bölge, modern diaspora ve ulus-aşırı yazının doğuşuna da beşiklik eder. Çağdaş göç çalışmalarının yeni çerçevesini çizen “New York Şehrinde Karayip Yaşamı” (Elsa M. Chaney – 1987), “Çözülmüş Uluslar” (Nina Glick-Schiller et. al – 1994) ve “Ulus-aşırı Köy” (Peggy Levitt – 2001) gibi gibi çalışmalar yüzyıllardır üç kıta arasında gidip gelen Karayipli göçmenlerin tahayyül ve edimlerinin göç-çalışmaları yazınında yankılanmalarıdır.

Haiti: Sömürgecilikten Göçmenlik Mücadelesine.

Duvalier rejiminin başladığı 1960’larda Ada’yı terkeden orta-sınıf eğitimli kesimleri takiben rejimin sıkılaştığı 1970’lere doğru köylü ve vasıfsız göçmenler de denizlere düşer. Ada’nın demir bir yumrukla yönetildiği 1970’lerde ise bulabildikleri her imkanla Ada’yı terketmeye çalışan Haitililer tekne-insanları olarak Florida sahillerine vurmaya başlar. Bu imaj ada nüfusunun en önemli sorunlarının başında gelen AIDS hastalığıyla birleşerek 1980’lerde güçlü bir dıştalayıcı stigma olarak işlevselleşir. New York Şehri Halk Sağlığı Birimi 1982 tarihinde aldığı bir kararla “Haiti” kimlik kategorisini “Homoseksüel”, “Hemofili” ve “Eroin Bağımlıları” ile birlikte “doğal olarak AIDS taşıma riski yüksek” gruplardan biri olarak tanımlar (4-H Klubü). Böylelikle, tarihte ilk defa bir ulusal kimlik bir hastalıkla damgalanmış olur.

Bu dıştalamanın karşı-tepkisini yaratması uzun sürmez. Haitili göçmenler hızla siyasallaşarak diasporalaşır.[6] Örgütlenen göçmenler mücadelelerini 17 Ekim tarihini “Haiti Dayanışma Günü” ilan ederek duyurur. 1985 tarihinde New York’ta ilk “Haiti Kültür Haftası” düzenlenir ve dayanışma için ortak bir deklarasyon yayınlanır. Örgütlenme kısa sürede eyleme dönüşür. Şubat 1986 tarihinde 25,000 Haitili “Amerika! Haiti’den elini çek” sloganlarıyla Brooklyn sokaklarına dökülür. 1990 yılında ise tarihin ilk ulus-aşırı gösterisinde New York ve Port-au-Prince sokaklarına aynı anda çıkan binlerce insan kimliklerinin “doğal HIV virüsü taşıyıcısı” olarak damgalanmasını protesto eder.

Diaspora’nın Anavatan Mücadelesi.

Bu siyasallaşmanın anavatanda yankılanması geçikmez. Duvalier Rejimi göçmen-karşıtı milliyetçi bir söylem içerisinden yurtdışında yaşayan Haitilileri ülkelerinden kaçmış, güvenilmez ve ahlaki olarak yoz insanlar olarak damgalar. Rejim korkusunda haklıdır. 1980’lerden bu yana rejime karşı mücadele eden Aristide 1985 yılında göçmenleri anavatanda süren mücadeleye katılmaya çağırmıştır. Kuşkusuz, göçmenlerin ülke ekonomisine olan katkısı[7] ve Amerika gibi bölge politikaları açısından önemli bir ülkedeki lobi gücü[8] Aristide’nin 1990 seçimlerinde onbir parti arasından %67 gibi yüksek bir oy alabilmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Diasporayla ilişkilerini pekiştirmek isteyen Aristide, iktidara geldiği 1991 yılında Yurtdışında Yaşayan Haitililer Bakanlığı kurmuş ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Haiti Başbakanı olarak yaptığı konuşmada göçmenleri “benim insanlarım” diye selamlayarak destekleri için teşekkür etmişti. Seçim sonrası çalkantılı dönemi Amerika’da geçirdikten sonra ülkeye dönüşünde diasporayı Haiti’nin 10.  İdari Bölgesi ilan etmesi ise dünya tarihinin ilklerinden biri olarak alansızlaşmış ulus-devlet kavramının geliştirilmesinde önemli bir model olmuştur.

Diaspora’da Doğan Umut: Wcylef Jean.

İşte W.J.’nin yönetmeye aday olduğu ülkenin böyle bir tarihi var. Fakat, belirtmek gerekir ki, bu ulus-aşırı adaylık hem anavatan hem de diasporayı huzursuz etmiş durumda. Yıllardır diasporada siyaset yapan göçmen liderler W.J.’nin deneyimsizliğine işaret ederek kurtlar sofrası olan anavatan siyasetinde giriştiği maceranın kısa süreli olacağını söylerken, anavatanın siyasi seçkinleri ise W.J.’nin aday olabilmek için gerekli kıstasları yerine getirmediğini iddia ederek adaylığına kaş çatıyorlar.

W.J. El-Cezire’ye verdiği mülakatta başkanlık için neden doğru kişi olduğunu Aristide’nin halkın geniş desteğiyle yönetime gelmiş olmasına rağmen iktidarda bulunduğu dönem içerisinde ülkenin en temel sorunları açısından hiç bir iyileşme sağlanamadığına vurgu yaparak açıklıyor. İyi niyet elçilisi olarak ülkesini uluslararası platformlarda başarıyla temsil ettiğini hatırlatan W.F., amacının günde bir dolardan düşük bir ücretle çalışmak zorunda kalan, eğitimden mahrum Haitililerin 200 yıldır değişmeyen kaderini 21. yüzyıla taşımak olduğunu söylüyor. Başkanlık ettiği vakfın Ocak Depremi’nin yaralarını sarmak için kısa sürede 9 milyon dolar gibi bir yardım topladığını işaret ederek Haiti’nin ihtiyaç duyduğu tek şeyin ülkeyi uluslararası düzlemde doğru temsil edebilecek bir insan olduğuna inanıyor. Müziğiyle her zaman siyasetin içinde olduğunu belirterek ülkeye yıllık 2 milyar dolar girdi sağlayan diasporanın bu paranın nasıl harcandığıyla ilgili söz sahibi olması gerektiğini söylüyor. Ada’nın resmi dilleri Fransızca ve Kreol’e tam hakim olmayan W.J., ülke nüfusunun yarıdan fazlası oluşturan gençlere ulaşmakta bir sorunu yaşayacağını düşünmüyor.

Yeni dünyaları mesken tutan göçmenlerin yüzleri anavatana dönük halleri son yüzyıldır sosyal bilim çalışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu halleri yeni-evlerinde bir tür toplumsal-kültürel sapkınlık olarak algılanan göçmenlerin anavatanla olan ilişikliği eski-evlerinde de pek hoş karşılanmaz. Diğer yandan, modern siyasal kartografinin keskin sınırlarla çerçevelediği dünyamızda göçmenlerin iki ülke bir okyanus arası halleri mevcut kuramsal çerçeve ve yöntemsel araçlarla açısından da bir sorun teşkil etmektedir. Bu çerçeveden baktığımızda, W.J.’nin adaylığı tüm bu tartışmaların billurlaştığı paradigmatik bir vaka[9] olarak diasporanın anavatan siyasetine etkisi konu başlığında derslerde işlenmesi gerekli bir örnek sunuyor. Göç çalışmalarında literatür yazan Karayip Havzası yeni yüzyılda da önemini koruyacak gibi gözüküyor.


[1] Topluluk ismini İngilizce mülteci anlamına gelen “refugee” kelimesinden alıyor.

[2] Topluluğun özellike Gone Till November ve Sweetest Girl parçaları göçmenlikten kaynaklı dertleri saza söze taşıyor. W.J. 2006 tarihinde doldurduğu “Eğer Başbakan Olsaydım” parçası ise müzisyenin kişisel siyasal çizgisine ilişkin güzel bir örnek sunuyor: “Eğer başkan olsaydım… Cuma seçilir, Cumartesi suikasta uğrar ve Pazar gömülürdüm. Yaşlı bir adam dedi ki, milyarları savaşa harcamak yerine, gettoda kullana biliriz bu parayı. Biliyorum bazıları çok fakir. Yağmur yağdığında yıkanırlar anca… Ama radyolar bunu çalmaz. İsyan müziği derler. Nasıl geri çevirirsin. Musa’nın çocuklarını?… Eğer başkan olsaydım… Çocuklara Gerçeği söyleyin. Amerika’yı Kolomb keşfetmedi. Onlara Martin Luther King’den bahsedin. Gerçeği söyleyin. Kennedy’den bahsedin…”. http://www.youtube.com/watch?v=9pq_3OheqzU.

[3] İlk siyahi devlet kavramı kimilerimiz için rahatsız edici bir biçimde tınlıyor olabilir. Siyahi olarak çevirmeyi tercih ettiğim “black” ön-adı göç ve diaspora yazınında yaygınca kullanınan bir betimleme sıfatı. Buradaki kullanımın, siyahi toplumların daha önce devletleşememiş oldukları gibi oldukça Avrupa-merkezli bir yan-anlama da kapı aralar olmakla sorunludur. Fakat, tam da bu nedenle sahip olduğumuz kavramsal çerçevelerin açı-sorununu teşhir eder olmasıyla önemlidir. Diğer yandan, kavram, Fransız Devrimi’ni Avrupa dışına taşınmasında önemli bir rol oynayan Haiti’nin sömürge coğrafyasının tam ortasına bir devrimle diktiği bağımsızlık bayrağını selamlamaktadır.

[4] Birleşmiş Milletler’e bağlı uluslararası bir barış gücü (MINUSTAH) 1990 tarihinden bu yana Ada’da bulunmaktadır.

[5] Literatür Yazan Göçmen kavramını iki yönlü olarak kullanmaktayım. Kullanımım, öncelikle, Haiti’nin sömürge-karşıtı mücadele tarihindeki yeri bağlamında “tarih-yazan” bir ülke olmasına göndermeyle göç-çalışmaları tarihinde sahip olduğu özgün yere işaret eder. Diğer yandan, Görkem Dağdelen’in Göçebe Yazılar’da yayınlanan “Akademisyen ve Göçmenleri” başlıklı yazısında çizdiği kuramsal çerçeve içerisinden, bu tercihimle göçmenlerin göç-çalışmaları yazınında nesneleştiriliyor olmasına karşı bir tavır alıyorum. Özellikle, ilk kuşak ulus-aşırı yazında çokca kullanılan anekdot biçimli aktarımlarına hakim olan şaşkınlığına rağmen betimlenenlerin göçmenlerin gündelik yaşamında tüm kendiliğindenliği ve olağanlığıyla yaşanır olması gerçekte bu şaşkın-araştırmacı tipini konu ettikleri edimlerin nesnesine dönüştürmektedir. Yazındaki bu tarihsel karakterin önümüzdeki dönemde çokca maskara edileceğini ön-görmek önemli bir kehanet olmaz sanıyorum.

[6] Kavramsal bir tartışma başlığı olarak “göçmen” ve “diaspora” kavramlarının eş-içerikte olmadığını not etmek isterim. Bu noktada, her göçmen topluluk diaspora olamayacağı gibi bir göçmen toplumun göçmenlik sürecinin bir noktasında diasporalaşması söz konusu olabilir. Elbette ki, diasporalaşmanın sönmesinin de mümkün olması gibi.

[7] 2008 yılında Haiti’nin Gayri Safi Milli Hasılası’nın %20’sini göçmen dövizleri oluşturmaktadır. Haiti dünya göçmen döviz girdisi sıralamasında 10. sırada yer alırken ilk 15 ülke arasında üç Karayip ülkesi daha yer alıyor: Jamaika, El Salvador ve Honduras.

[8] Diaspora’da örgütlenen Lavalas (Tufan) hareketi bu süreçte önemli bir rol oynamıştır.

[9] Clifford Geertz’den doğru kullandığım paradigmatik vaka (paradigmatic event) kavramı, kendisinin Bali Horoz Dövüşü üzerine yaptığı inceleme çerçevesinde yazına kazanılmıştır. Horoz dövüşü gibi belirli bir vakanın, belirli bir topluluğun gerçekliği nasıl algıladığını ve bu tarihsel tahayyül çerçevesinde yapıp-ettiklerini nasıl kavramsallaştırdığına ilişkin bir kesit sunuyor olmasına işaret eder. Diğer bir deyişle, paradigmatik bir vaka olan geleneksel Horoz Düvüşü’nü Bali toplumunun toplumsal örgütlenme ve kültürel yapısının incelenmesinde temel bir olgu olarak ele almak ve incelemeyi bu olgu üzerinden sürdürmek mümkündür.

İngiltere’de ırk ve sınıf üzerine düşünceler[1]

Demet Ş. Dinler

Charles Londra’daki üniversitelerden birinin posta ofisinde çalışan 35-40 yaşlarında bir Nijeryalı. Her yıl organize ettiğim, altından kalkılması gittikçe güçleşen konferansa yaptığı cömert ve dostça yardımlara teşekkür etmek için bir akşam davet ettiğim pub’da bana tüm hayatını anlattı. Böylece onun Londra’nın gece eğitimleriyle ünlü okulunda bilgisayar programı ve tasarımı eğitimine devam ettiğini öğrenmiş oldum. Yüksek öğrenim, kendi Afrika kökenli öğrencilerimde de gözlemlediğim üzere, Charles için yaşadığı toplumda kendini kabul ettirmenin, meşru sayılmanın ve yükselmenin bir aracı haline gelmişti. Charles sadece gece üniversitesine gittiği için değil, çalıştığı kurumda yaptığı işi çok iyi yapmasıyla, bir yandan da öğrencilere ve akademisyenlere kendi görev tanımı dışında yardım etmesiyle gurur duyuyordu. Posta ofisinin önünden geçtiğimizde gülümseyişi ve sıcakkanlılığıyla günümüzü daha güzel hale getirmekle kalmıyordu Charles; öğrencilerin sorunlarını dinliyor, kurumdaki sıkıntıları gözlemliyor, arada bana iş ilanları göndermeyi de ihmal etmiyordu.

Charles, çalıştığı kurumda göçmen işçilerin örgütlenmesini sağlayan iş arkadaşının İngiliz meslektaşı tarafından haksız yere şikayet edildiğine ve işinden kovulmasına neden olmasına son derece öfkeli. Kişisel öfkesi yer yer İngilizlerin yabancılara, özellikle de Afrika kökenlilere yaptıkları ayrımcılığa karşı genel bir eleştiriye dönüyor konuşmamız boyunca. ‘Bizim onlar gibi olamayacağımızı düşünmemizi istiyorlar’ diyor. ‘Ne zaman bir suç işlense, bizlerden birinin yaptığını düşünüyorlar.’ Esprili dedikodular ve siyasi eleştiri arasında gidip gelen keyifli iki saatin sonunda otobüs durağına doğru yürürken birdenbire kulağıma eğilip, beni ürperti içerisinde bırakacak sözcükleri fısıldıyor: ‘Ama bazen de düşünmeden edemiyorum, ya gerçekten de benim halkımın kanında, doğasında bir sorun varsa?’ Charles’ın birden kararan gözlerinin içinden belki de kendi etrafında tanıdığı okula gitmeyen çocuklar, Afrika kökenli çeteler ve uyuşturucu satıcıları geçiyor o anda. Normalde ‘olur mu öyle şey?’ diye itiraz refleksi veririm elbet, Ama o sırada yanıt bile veremeyecek hale geliyorum. Irkçılık üzerine en yenilikçi çalışmalara imza atmış tutkulu Manuela (Bojadziev) ‘What is the sound of anti-racism?’ başlıklı bir proje yapmıştı Londra’da. Yanıtlanması ne kadar da zor bir soru diye düşünmüştüm. Ama şimdi mesela ‘ırkçılık karşıtlığının sesinin’ benim o gün Charles’ın sorusuna ‘hayır’ diye bağırarak yanıt vermesi gereken (ama ürküp hareketsiz kalan) sesimde olduğunu düşünüyorum.

Alan çalışmamda Kürt ve Türk işçilerle yoğun olarak çalışmaya başlamadan önce ırkçılık, Türkiye’de okuduğum, ama doğrudan çok fazla kafa yormadığım bir kavramdı. Ingiltere’ye ilk geldiğim zaman korumalı yurt ortamındayken rastladığım, Afgan bir üniversite öğrencisinin beyaz ingiliz lise öğrencileri tarafından dövülerek felç edildiği haberinden başlayıp, yaşadığım farklı mahallelerde deneyimlediğim doğrudan olaylara kadar zorunlu olarak bu konuda düşünmem gerekti; göçmen işçilerin örgütlenme sürecinde de kısmen yer alma şansım oldu. Ama yaşadığım deneyimlerin hiç biri Charles’ın sözleri kadar çarpmamıştı beni. Yoksa ırkçılığı sadece ben ve öteki arasındaki kavgada değil, ben’in ta derinliklerinde, öteki’ni (burada bilinçli olarak ötekini başlangıçta ötekileştiren taraf yerine kullanıyorum) içselleştiren ben’de arayarak kazımak mı gerekiyordu? Irkçılığın bana en acı veren hali, Charles’ın hakim söylemin doğru olabileceği ve bu doğruluk ihtimaline karşı kendisinin farklı olduğunu ispatlamaya çalışan bir varoluş halindeydi belki; ama elbette bundan Charles’ı sorumlu tutamam.

Soğukkanlılıkla düşündüğümüzde Charles’ın bedenine kazanmış ‘ırk yarası’, 1969’da Sennett ve Cobb’un yaptığı çalışmalarda ortaya çıkan, işçi sınıfı üyelerinin sınıf deneyimlerini son derece kişisel yaşamaları ve bir sorun yaşadıklarında bunu kendi yetersizliklerine bağlamalarını hatırlatıyor (ki çok yakın zamanlı bir çalışmada Ebru Işıklı benzer bir yetersizlik duygusunu Türkiye’deki ofis çalışanları örneğinde gösteriyor). O halde genel bir insanlık durumunun parçası olarak Charles’ın hissiyatını ele almamız gerekiyor. Hakim ideoloji/sınıflarla tabi olanların ortak bir düşünsel evrende yaşamlarını anlamlandırdıkları yönündeki Bakhtinci argümanı hatırlarsak eğer,  tabi olanların hakim ideolojinin savunduğu değerleri yönetenlere karşı taleplerini formüle ederken pragmatik bir silah olarak kullanmaları beklenir bir durumdur.[2] O halde bu değerlerin beklenmedik yan etkileri olması da (Charles’ın gerçekten de kendi kanında bir sorun olmasını düşünmesi gibi) çok anormal gözükmemelidir.

Irkçılıkla mücadele etmek için ırkın aslında bir ‘toplumsal inşa’ olduğunu söylemek de yetmiyor. Zaten oldum olası sosyal konstrüktivizimle aram pek hoş olmamıştır (Bu konuda dehşet kafa açıcı bir blog için www.larvalsubjects.wordpress.com’a bakmanızı şiddetle tavsiye ederim). Irkçılık o kadar fazla toplumsal sorunun, gündelik yaşam deneyiminin, yüzyüze ilişkilerde yaşanan gerilimlerin, bireysel çelişkilere anlam verme çabasının içerisine sızmış, tüm bu olguların tezahür etme biçimlerinin parçası olmuş ki…Bu anlamda göçmenlik meselesinin hiç de ‘sadece ırk’tan ibaret olmadığını’ Londra’daki gündelik yaşamın içerisindeki sayısız göçmenlik konuşmalarından takip etmek mümkün. Örneğin British Gas’a bağlı çalışan ve kombiyi tamir etmeye gelen doğalgaz teknisyeni, ailesi 50 yıl önce İngiltere’ye göç etmiş Kenyalı Alex size yeni göçmenler geldiğinden beri bu ülkenin eskisi gibi olmadığından yakınır. Kendisinin de bir göçmen olduğunu hatırlatmak ne kadar ‘politically correct’ olacaktır? Ya da Leicester Square metro istasyonunun çıkışındaki İngiliz orta alt sınıf Evening Standard satıcısı Hintli arkadaşına ‘there are some people in this country’ diye başlayan ve Doğu Avrupalıların nasıl da gelip sıkıntı verdiğinden dert yanacaktır. Hintli arkadaş ise baş sallayacaktır.

Yıllar önce çocuk bakıcısı olarak çalıştığım bir güney Londra evinde tanıştığım İngiliz bahçıvanın kendisinin yarı fiyatına çalışan Polonyalı bahçıvanlara duyduğu öfkeye çok şaşırmamıştım: ‘Geliyorlar, vergi ödemiyorlar, aileleriyle bir göz odada yaşıyorlar, elbette ki düşük fiyata iş yapıyorlar, benim ödemem gereken vergiler, ev ipoteği ve geçindirmem gereken bir ailem var sayın bayan öyle değil mi?’ İngiliz zenginleri ve işverenleri ise kendilerini, Joseph Rowntree Vakfı’nın AB üyeliği sonrası Doğu Avrupalı göçmenlerle ilgili yaptırdığı araştırma raporunda ortaya çıktığı üzere ‘İngiliz işçilerin tembel, Polonyalıların ise çok çalışkan olduğu’ gerekçesiyle savunacaklardır. Ancak yukarıdaki örneklerde artık kendini bu ülkenin vatandaşı sayan eski göçmenlerin yeni gelenlere duyduğu tepkiye ne demeli? Elbette Kenyalı ya da Hintli işçilerin İngilizlerle yaptığı sessiz ittifakın altındaki zeminin kayganlığının birden kendini ele verdiği durumlar olacaktır: This is England filminde dazlaklar grubuna dahil olan siyah Milky’nin ırkçılığı artık uç noktaya götürmüş parti üyesi tarafından ölesiye dövülmesi gibi (http://en.wikipedia.org/wiki/This_Is_England).

Sonra bir gün, gündelik yaşamda sık görülen ırkçı homurdanmalar ve ayrımcılığın enformel olarak yeniden üretildiği ayrıştırılmış pub’lar dışında pek de ırkçılıkla bir sıkıntısı yokmuş gibi davranan, hatta Fransa’daki getto ayaklanmalarının kendi topraklarında olmamasını göçmenler konusundaki liberal politikasına bağlayan İngiltere, İngiliz Ulusalcı Parti’sinin (BNP) yerel seçimlerde aldığı oy oranına şaşıp kalacaktır. Sosyalist İşçilerin Partisi (SWP) telaşla halkı faşizm karşıtı gösterilere çağıracak ve BNP’nin nasıl bir çalışma sonucunda, hangi sorunlara parmak basarak bu noktaya geldiği konusunda çok da doyurucu bir yanıt sunma zahmetine girmeyecektir. Oysa bu ülkede, benim yazdığım gözlem yazısına asla sığmayacak denli çetrefilli, zahmetli ve emek verilmesi gereken bir konu ırk, göçmenlik ve sınıf meselesi. Bir gün sermayenin ucuz emeği olarak hoşgörülen, İngilizlerin yapmak istemediği işlerde canla başla çalışan, ertesi gün yeni toplumsal kontrol araçlarının gözetimine maruz kalan ve sorgusuz sualsiz gözaltı merkezlerine tıkılan[3] ve apar topar ülke dışına atılan, Trafalgar Meydanı’nda belediyenin düzenlediği festivaldeki Hint yemeklerini yedikçe liberal çokkültürlülüğe katkı sunan, ama çoğu zaman Trafalgar Meydanı’na gelecek bilet parası olmayan kişilerden sözediyoruz. Ama asla salt kurban da değiller: London Living Wage kampanyasının ilham verici militanları, sendikalarda işlerini kaybetme pahasına örgütlenme çalışması yapan öncü işçiler aynı zamanda göçmenler (Londra’nın farklı bölgelerinde  mafyalaşan ve ‘kendi insanlarını’, yüksek aracı komisyonları ve son derece düşük ücretler gibi araçlarla sömüren grupları bu listenin dışında tutuyorum elbette).

İngiltere’den ayrılmadan önce benim öğrencilik ve çalışma durumumu da tehdit eden yeni göçmenlik düzenlemeleri regülasyonları uygulamaya konmuştu. Bu düzenlemelere karşı üyesi olduğum sendika UCU mücadele etmeye çalışıyordu. Düzenlemelerin inanılmaz derecede ayrıntılandırılmış, üniversite öğretmenlerini ve idari görevlilerini yabancı öğrencilerini ihbar etmeye kadar götürebilecek kuralları kuşkusuz korkutucudur. Ama daha korkutucu olan formel regülasyonlardan ziyade, göçmenlik bürosunun kendisine verilen yetkileri pratikte ne zaman ne şekilde kullandığının hem siyasi hem de ucu açık olarak şekillenmesidir.

Evet, İngiltere’deki tablo gittikçe daha fazla karanlıklaşıyor. Ama bu karanlık resimde, bastırılması çok zor sesler de var. Örgütlenmenin sadece gerekliliğini görmüş değil, hazzını da yaşamış göçmen işçi için, yıllarca sıkıcı raporlar hazırlamak zorunda kalmış ama saha çalışmasında göçmenlerin gerçek hikayelerini toplamanın ve aktivizmin heyecanına kapılmış akademisyen için geriye dönüş artık çok zordur. İşte bu nedenle kapitalizmin ilk uğrak yeri olsa da bana nedense yıkılacağı son yer gibi gözüken; dipteki bütün çelişkilerine rağmen görünür kamusal ortamda sürekli bir çelişkisizlik hissi veren; sınıf kavramının bir zamanlar yanında çalıştığım, Lordlar Kamararı üyesi Yorkshire’lı Lord Best’in ingilizce sözcüklerimin telaffuzunu düzeltişinde vücut bulduğu; öğretmenlerin ancak ev satın alamadıkları için gösteri örgütleyebildikleri, bu pek de radikal olmayan eyleme karşı saygın medya kuruluşlarının ‘aslında aldıkları ücret de hiç az değil canım, Londra’da evler pahalı sadece’ diye yanıt verdikleri; yakın dönemde üniversitelerde bölümleri kapamaya, profesörleri işten atmaya başladıkları için gerçekleşen üniversite işgalleri sayesinde ‘sonunda bu memlekette bir şeyler oluyor’ duygusunu yaşatan kutsal İngiliz topraklarında umut varsa varsa şuralarda var:

Metro işçilerini örgütleyen ve Londra çapında bir kahraman olmuş Sara’nın School of Oriental and African Studies’de (SOAS) düzenlenen Göç Konferansı’ndaki hafif titrek ama kararlı ve inançlı sesinde; onlarca işçinin sendikalı olmasını ve saatlik ücretlerinin 7.5 pounda çıkmasını sağladıktan sonra kendi işini kaybeden ama yine de etrafındakilere cesaret veren ve mücadeleye devam eden Alejandro’nun gözlerinde; ‘aslında ırk farklılığının örgütlenmenin önünde bir engel olduğunu söylüyorlar, ama biz limanda çalışıyoruz ve farklı ülkelerden gelen arkadaşlarla ortak sorunlarımız olduğunu gördükçe daha fazla birlikte hareket etmeye başlıyoruz’ diyen göçmen işçinin dezavantajları fırsata çevirme önerisinde;  benim de üyesi olduğum radikal akademisyen ve sendikacı ağı Critical Labour Studies toplantısında söz alan ve ‘artık pozitivist saçmalıkları ve resmi kurumların bizden beklediği göçmenlikle ilgili niceliksel bilgileri bir tarafa atalım; öğrencilerimizle undercover etnografik çalışmalar yapalım’ diyen İngiliz akademisyenin başkaldırışında var.[4] Şu an bunlar sadece yerel deneyimlerin, kişisel çabaların sesi olabilir. Acaba bugünün küçük kahramanlık öyküleri yarının radikal eylemliliğin sessiz birikimi haline dönüşebilecek midir?

Kaynaklar

Işıklı, E. (2010) ‘Ofis Çalışanlarının Yalnızlığı’, Sınıftan Sınıfa içinde, der. A. Buğra, İstanbul: İletişim.

Sennett, R. ve J. Cobb (1972) Hidden Injuries of Class, Knopf.

Steinberg, M. (1999) ‘Talk and Back Talk of Collective Action, A Dialogic Analysis of Repertoires of Discourse in Nineteenth Century English Cotton Spinners’, American Journal of Sociology, 105 (3).

Thompson, E. P. (2006) ‘18. Yüzyılda İngiliz Halkının Ahlaki Ekonomisi’, Avam ve Görenek içinde, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: Birikim.


[1] Bu yazıya konu olan kişilerin isimleri değiştirilmiştir.

[2] Örneğin Steinberg (1999) ondokuzuncu yüzyılda tekstil sektöründe çalışan işçilerin klasik ekonomi politiğin dilinin içerisinden adil ücret taleplerini formüle ettiklerini anlatır. Bu, bir yüzyıl önceki, E. P. Thompson’un (2006) anlattığı ahlaki ekonomi dilinden farklılaşmaktadır. Kolonilerde de ilk mücadelelerde Afrikalı işçiler emperyalistlere benzer mesajlar vermektedirler: ‘Eğer bizi çalıştıracaksınız o zaman bu çalışmanın karşılığı olan ücret ve barınma hakkını da vermek zorundasınız.’

[3] Benim doğrudan şahit olduğum olay çalıştığım üniversitede Haziran 2009’da dokuz Latin Amerikalı temizlik işçisinin Immigration Office tarafından, taşeron temizlik firmasıyla işbirliği içerisinde apar topar götürülmesi ve bunlardan yedisinin sınırdışı edilmesidir. Bunun üzerine başlattığımız üniversite işgaline dair sözel ve görsel belgeler için bkz. http://freesoascleaners.blogspot.com/ Bu işgal sırasında yeni iletişim teknolojilerini örgütlenme amacı için kullanma ustası, daha sonra da Londra Üniversiteleri Öğrenci Birliği’nin başkanlığına seçilen Clare Salomon’un rolü çok önemliydi.

[4] Bu seslerin yanına gönülsüzce de olsa yeni üye kazanmanın ve büyümenin yolunun göçmen işçilerden geçtiğini farketmeye başlayan sendikaların, daha iyi kontrol ve düzenleme rejimleri için göçmenlerin bilgisine ihtiyaç duyan araştırma kurumlarının pragmatizmini de ekleyelim.

Londra’da Herkes Ankaralı

Ankara - Londra Hattı (Dijital Kolaj, Besim Can ZIRH 2010)

Ankara - Londra Hattı (Dijital Kolaj, Besim Can ZIRH 2010)

Mahalleden bir Enstantene… Letter Mevzu

Genç adam dükkandan içeri giriyor ve Ali Bey’i soruyor. Kısa bir takdimle High Hopes Avukatlık Bürosu’ndan Ahmet Bey’in selamı olduğunu söyleyerek, Ali Bey’in kendisine letter verip veremeyeceğini soruyor. Ali biraz isteksiz, geçen ay beş Ankaralı’ya daha letter verdiğinden yakınıp, Ahmet’in kendisinden başka dükkan sahibi tanıyıp tanımadığını soruyor. Genç adam bir şey bilmediğini, Ahmet’in dediklerini yaptığını, Ali’nin vereceğinin eni sonu bir letter olduğu ve yardımcı olsa ne olacağını soruyor.

Ali letter yazmayı kabul ediyor ve boş bir masaya oturuyorlar. Genç adama bir şey yiyip yemiyeceğini soruyor. Genç adam daha yapacak çok işi olduğunu söyleyerek teşekkür ediyor. Çaylar söyleniyor ve genç adam yanında taşıdığı dosyadan temiz bir A4 kağıdı ve kalem çıkartarak yazmaya başlıyor. Ne Ali ne de genç adamın İngilizcesi böyle bir mektubu yazmak için yeterli değil. Genç adam yanında getirdiği örnek letterdan bir kaç cümlenin yerini, yazan ve referans olunan kimsenin isimleri ve tarihi değiştiriyor. Ali imzalıyor. Ali genç adamın ne iş yapacağını soruyor. Genç adam, “fotoğrafçılık” diyor. Türkiye’de üniversite okumuş, okuldayken amatör olarak ilgilenmiş. Zaten başvuruda belirtecek başka bir altın bileziği de yokmuş. Ali gülümsüyor, geçen yıl Türkiye’den getirdikleri, çayları getiren dayısının oğlunu işaret edip, “bak bu da fotoğrafçı” diyor. İki Ankaralı genç kısa süreli bakışıyor.

Genç adam, Ali’den aldığıyla birlikte o gün toplam beş letter topladı. İki tane kebapçıdan, bir tane shoptan, bir tane saz okulundan, bir tane de yeni açılan Türkiyeli bir sanat evinden. Letterların yazdığı hep aynı şey: Bu mektubu yazan şu kişidir, şurada şu işi yapmaktadır, başvuru yapan kişiyi tanımaktadır. Kısacası, genç adam iş kurma vizesi aldığı ve sunacağı hizmete ihtiyaç duydukları takdirde kendisinden hizmet satın alabileceklerini belirten basit bir referans mektubu mevzubahis olan.

Londra’ya Altına Hücum.

Kısa letter anektotu son yıllarda Londra’nın Türkiyeli mahallelerinde her hafta yüzlercesi yaşanan benzeri hadiselerden hikayeleştirilmiştir. Halk arasında “Ankara Anlaşması” olarak bilinen, Türkiye’nin Avrupa’yla olan uzatmalı ilişkisinin ilk flörtleşmelerinden, bir ortaklık belgesinin keşfiyle başlayan yeni bir göçmenlik döneminden insan manzaraları. Bu anlaşmaya değinmeden önce Türkiye’den Britanya’ya yaşanan göçe ilişkin kısa bir arkaplan betimlemek gerekiyor. Söz gelimi, Ali ve Ahmet’in ilişkisine dair.

Zamanın ve hayatın yavaş aktığı bir Anadolu kasabasında sıkışmışken Londra’dan gelen bir telefonla başlıyor hikaye. Altı ay öncesi gidip oralarda düzenini kuran ağabeyi Ali’yi çağırıyordu o telefonda yanına, Londra’ya. Henüz Türkiye’ye vize kısıtlamasının uygulanmadığı yıllardı. Ali, önce il merkezi ve Ankara’da ülkeden çıkışı için gerekli belgeleri toplamış, ardından İstanbul’da akrabalarının yanında bir hafta misafir olmuş, Londra’dan önce İstanbul’u da görmüştü. Asıl niyetini gizler düşüncesiyle varsıl bir adam gibi görünmek için Manifaturacılar Çarşısı’ndan yeni bir takım, bir de bavul almış, havalimanında on katı parasına damat tıraşı olmuştu. Londra’ya iç-güveysi gidiyordu. Ağabeyi kahveye açtığı telefonlarda gümrükte yapması gereken her bir şeyi tek tek anlatmıştı defalarca;

“Düğüne geldim diyeceksin,” “hiç korkma burada polis sana elini bile süremez,” “çok zorlarlarsa gönderdiğim parayı o zaman gösterirsin,” “ama önce verdiğim adresi, telefon numarasını göster,” “eğer bir şey olacak olursa telefon etmek istediğini söyle, bir avukat arkadaş seni havaalanında bekliyor olacak zaten.”

Ahmet işte o avukat arkadaştı. Londra’da şubeleşmiş bir sol örgütün dil bilen genç üyesi olarak, sempatizan olan ağabeyinin ricasıyla karşılamaya gitmişti Ali’yi. Avrupa’da vizesiz kalan tek ülke Londra’ya gelişler 1980’lerin sonuna doğru hızlanıyordu. 1989 yılına gelindiğinde Anadolu’nun onlarca yöresinde, yüzlerce kahve telefonu “acı acı” çalarak İngiltere’nin Türkiye’ye vize uygulamaya başlayacağı haberini yayıyordu. Sırasını bekleyenler bu haberle birlikte gidiş takvimini hızlandırmaya başladı. Vize kısıtlaması gelişleri durduramadı.

Uygulamadan önce ülkeye akraba düğününde takı takmaya, yeni yıl kutlamaya, Fenerbahçe maçı izlemeye gelip sonradan “illegale düşen” ve dönmeye de pek niyetli olmayan binlerce “turist” iltica ederek kalışlarını yasal güvenceye aldı. Geç kalanlar ise bir şekilde gümrük kapılarına ulaştıktan ya da şebeke vasıtasıyla ülkeye girdikten sonra iltica başvurusu yapıyordu.

Britanya kendi özgün tarihsel koşulları nedeniyle Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan göçlerden muaf kalmıştı. Yoğun iltica-göçleri başlamadan önce bu ülkede yaşayan Türkiyeli göçmen nüfus, çoğunluğunu 1971 ve 1980 darbeleri öncesi ya da sonrası siyasi ya da yarı-siyasi olarak gelen öğrenci ve Londra merkezli tekstil sektörünün özel kanallarla Türkiye’den çektiği küçük bir kalifiye iş gücünden ibaret, bir kaç bin kişilik bir topluluktu.

Vize uygulamasının başladığı 1989 Haziran’ı ile iltica başvuru koşullarının ağırlaştırılmaya başlandığı 1994 tarihler arasında son fırsatı kaçırmak istemeyen onbinlerce insan Avrupa’nın bu son bakir toprağına “altına hücum” etti. Londra’da hali hazırda kök salmış bir kaç sol örgüt bu dalgayı yönetmekte oldukça uzmanlaştı. Kimi zaman gümrükte biriken insanlarla nasıl baş edeceğini bilemeyen resmi kurumlar doğrudan Türkiyeli toplum merkezlerini arayarak yardım istiyordu.

Asıl yaptıkları resmi başvuru formlarını doldurmak olan bir avuç “üniversiteli-okumuş” genç, kırsal bölgelerden gelen binlerce insanın sistem tarafından kayıt altına alınması ve dolayısıyla sistemin olanaklarından pay almalarına uğraşarak geçirdi yirmili yaşlarını. “Avukat” yakıştırması bu yıllardan kaldı. Bu dönemde öne çıkan isimlerden birinin 40 bin iltica başvurusunu bizzat hazırladığı hala yaygınca anlatılan efsanelerden biri Londra’nın Türkiyeli mahallelerinde. O yıllarda bu işi bağış karşılığı örgütün yararına yapan Ahmet bugün, yasal bir boşluğun keşfiyle başlayan Ankara Anlaşması furyasından para kazanan bir hukuk bürosunda case worker olarak çalışıyor. Hukukun bir serbest piyasa alanı olduğu bu ülkede Türkçe bilen ve Türkiyeli toplumu yakından tanıyan bir kişi olarak “avukatlık” yapmaya devam ediyor.

A.E.T.’den A.B.’ye Unutulmuş Bir Anlaşma…

Peki nedir bu Ankara Anlaşması? Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan ve adını toplantının yapıldığı başkentten alan Ankara Anlaşması, Türkiye’nin AET’ye entegrasyonunu kolaylaştıracak bir dizi ticari ve ekonomik ilişkinin tesisini öngörmekteydi. “Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Türkiye arasında ortaklık tesis eden Anlaşma” olarak anılan bu belgenin ikinci maddesi anlaşmanın amacını şu şekilde açıklıyor:

“Bu anlaşmanın amacı, taraflar arasında, Türk ekonomisinin hızlandırılmış gelişimini sağlamak ve Türk toplumunun istihdam seviyesi ve yaşam koşullarını geliştirmek üzere gerekli ihtiyaçları dikkate alarak, ticari ve ekonomik ilişkilerin devamlı ve dengeli güçlendirilmesini desteklemektir.”

Anlaşmaya göre Türkiye’nin AET’ye tam üyeliği 25 yılı aşmayacak üç dönemli bir süreç olarak düşünülmüş. Anlaşma, taraflar arasında ticari ve ekonomik ilişkilerde gümrük duvarlarının aşamalı olarak kaldırılmasını getirirken Türkiyeli işgücüne hareket serbestisini de geliştirmeyi öngörmüş. 23 Kasım 1970 tarihinde getirilen katma bir protokol bu çerçeveyi sıkılaştırarak yerleşme ve hizmet serbestisinin önü de açmış. Fakat, sonrasında Türkiye’de iki darbe arası ve sonrası yaşanan gelişmeler bu anlaşmanın gereklerinin uygulanmasına pek fırsat vermemiş olmalı. Bu yıllar boyunca Türkiyeliler 1970’lerin ortalarına kadar kontrata dayalı ziyaretçi işçilik, sonrasında aile birleşimi ve evlilik, 1980’ler sonrasında ise iltica yoluyla Avrupa’ya göç ettiler.

Bir Biyografide Üç Göçmenlik: Turist, Mülteci, İşadamı…

Anlaşmanın hatırlanmasına yol açan hadiseyi bu tarihsel çerçeve içerisinden değerlendirmek gerekiyor. 1984 yılında Britanya’ya bir aylık turist vizesiyle giren Abdülnasır Savaş vizesinin tarihi geçmiş olmasına rağmen ülkede kalmaya ve çalışmaya devam eder. Yapmış olduğu birikimlerle bir işyeri açarak iktisadi etkinliklerine devam eden Savaş, 1991 yılında “yasal ikamet izni” için Britanya makamlarına başvuruda bulunur. Savaş’ın başvurusu ülkede kalışını kendisine tanınan yasal çerçevenin dışında uzatmış olması nedeniyle reddedilir. Savaş’ı temsil eden hukuk bürosu AET ve Türkiye arasında imzalanan anlaşmanın dikkate alınmasını talep eden ek bir başvuru hazırlayarak davayı 1997 tarihde Avrupa Adalet Divanı’na taşır. Davayı 2000 yılında Savaş’ın lehine karara bağlayan mahkeme, yukarıda belirtilen katma protokole işaret ederek anlaşma hükümlerinin halen bağlayıcı olduğuna hüküm verir.

Abdülnasır Savaş Davası Londra merkezli hukuk büroları tarafından temsil dava olarak benzeri başvuruların yapılmasında kullanılır. Özellikle, Türkiye’den yapılan iltica başvurularının çoğunlukla reddedilmeye başlandığı 2000’li yıllarda keşfedilen anlaşma, Britanya’ya göç etmek isteyen Türkiyeliler için yeni bir yöntem olarak kısa sürede yaygınlaştı. Bu süreçte, Britanya’ya gelerek iltica başvurusu yapmış fakat davaları olumsuz sonuçlanmış bir çok kişi de Ankara Anlaşması’na başvurarak ülkede kalışlarını yasal güvenceye almaya yöneldi.

Londra’da Türkçe ve İngilizce dillerinde yayınlanan yerel gazetelerden biri olan Turkish Times’ın bilgi edinme hakkı yasasından faydalanarak yaptığı başvuru sonucunda edindiği rakkamlara göre, yanlızca 1 Ocak 2006 ve 28 Şubat 2010 tarihleri arasında 8,705 Türk vatandaşı Ankara Anlaşması’ndan faydalanmak üzere başvuru yapmış, bu başvuruların 7,035’i bir yıllık iş-kurma ve oturum vizesi almıştır. 2000 yılından bu yana ise toplamda 10,755 Türk vatandaşının başvuruda bulunduğu belirtilmiştir. Kısacası, aradan geçen 25 sene içerisinde, göçme stratejileri ve yasallık kazanma prosedürleri dışında değişen pek bir şey yok. Londra’ya altına hücum devam ediyor.

Yeni bir Hayata Nasıl Başvurulur…

Çerçevesi oldukça tanımlı olan bu anlaşmadan faydalanmak için Britanya İçişleri Bakanlığı (Home Office) internet sayfasından indirilecek bir başvuru formunun eksiksiz tamamlanarak belirtilen adrese gönderilmesi gerekiyor. Bu forma ek olarak, başvuru sahiplerinin kurmayı taahhüt ettikleri işi hayata geçirebileceklerine dair çeşitli belgeler de sunması bekleniyor. Söz gelimi, başvuru sahibinin gerekli vasıflara sahip olduğuna dair referans, sertifika ve diplomalar, taahhüt edilen işi ayrıntılı olarak açıklayan bir iş planı ve gerekli finansal birikime sahip olunduğu gösteren belgeler. Ve elbette ki, başvuru sahibinin kurmayı planladığı işe talep olduğu gösteren, potansiyel müşterilerden alınacak letterlar.

Gerekli belgelerin postalanması dışında başvuru süreci tümüyle ücretsiz. Elbette ki, başvuruyu tamamlamak için dil bilmek gerekiyor. İşte tam da bu noktada Ankara Anlaşması çerçevesinde oldukça önemli bir sektörün oluştuğunu belirtmek gerekiyor. Sektörün hacmini şu şekilde hesaplamak mümkün. Hukuk büroları vasıtasıyla yapılacak bir başvurunun ortalama maaliyeti 1,000 pound. Herhangi bir büroya bağlı olmadan “özel danışmanlık” veren kişilerin ücreti ise 500 pound civarında değişiyor. Bugüne değin 10,000 başvuru yapıldığı ve ortalama ücretin 750 pound olduğu düşünülürse, sektörün hacmini 7,500,000 pound olarak hesaplamak mümkün.

Bu meblağ sadece bir yıl için verilen ilk vize başvurularını kapsıyor. Başvuru sahibi yapmayı taahhüt ettiği iş konusunda başarı gösterdiği takdirde vizenin üç yıl daha uzatılması için ayrı bir başvuru yapması gerekiyor. Bu sürenin sonunda ise vatandaşlığın kapısını açan sınırsız oturuma sıra geliyor. Uzatma başvuruları ve muhasebe işlemleri için gereken “danışmanlık” ücretleri de bu hesaba katıldığında sektörün gerçek hacminin 10 milyon pound üzerinde olduğunu söylemek mümkün.

Neden Gitmek?, Her şeyimiz ayrı bir Rahatsızlığımız Ortak…

Ankara Anlaşmasına başvurmayı düşünen, Türkiye’den ziyarete gelmiş bir arkadaşımla birlikte başvuru sürecini başarıyla tamamlamış Arif ile buluştuk. Benzeri bir mesleğe sahip oldukları için mahalleden, Arif ile konuşmamızı tavsiye etmişlerdi. Arif Türkiye’de tamamladığı eğitimi ardından Kanada’ya yüksek öğrenim için gitmiş, beş yıl kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmüş ve altı ay kaldıktan sonra Ankara Anlaşması’yla Londra’ya gelmiş bir kişi. Oturduğumuz pubda biraz yeni gelmiş baharın hoşluğu, biraz sohbette konuşulanların melankolisiyle kısa sürede “sizli-bizli” girizgahtan “sen de bilirsin” kıvamına geldik. Arif Ankara Anlaşması’na başvurmaya nasıl karar verdiğini şu şekilde izah ediyordu:

“Bu yaşamsal bir karardı… Türkiye benim için yaşanabilir bir ülke değil. Kanada’ya giderken, okyanusu aştığımda her şeyi aşmışım. Türkiye’ye döndükten sonra bunu anladım. Rahat edemedim Türkiye’de. İstanbul’da 6 ay çalıştım. Güzel bir işte çalışıyordum. İstediğim yerde yaşıyordum. Ama yapamadım. Sosyal ortamı bana göre değil. Bu, ülkenin sorunu değil aslında. Senin yaşam standartlarınla ilgili bir sorun. Değişen sensin, değişmeyen Türkiye. Rahatsızlık buradan doğuyor. Bu ülkede böyle yaşamaktansa Kanada’da asgariyle yaşarım, kafam rahat olur, kişisel özgürlüklerim olur diyorsun.”

Tıpkı iltica dalgasında olduğu gibi Ankara Anlaşması’nın da suistimale açık olduğunu ve “yalan” başvurularla “istismar” edildiğini düşünen insanlar çoğunlukta.

Akrabasının berber dükkanında koltuk kiralayıp başvuranlar, temizlik şirketi kurma iddiasındaki ilk okul mezunu teyzeler, cafelerde gözleme açan cateringci ablalar, derneklerde bağlama dersi veren müzik şirketi sahibi abiler, fotoğrafçı garson gençler, İngilizcesi kıt halkla ilişkiler uzmanı üniversiteliler gibi fıkralık örnekler bu iddiayı destekler gözükse de belirtilmesi gereken birkaç nokta daha var.

Öncelikle, ekonomik olarak hayatta kalabilmenin oldukça zorlu olduğu Londra’da Ankara Anlaşması’nın sağladığı geçici ikameti uzatabilmek oldukça meşakkatli bir . Dolayısıyla başvurusu ne olursa olsun bunu başaran insanların Britanya ekonomisine ciddi bir katkı sunuyor. Diğer yandan, Türkiye’deki siyasal gelişmelerden rahatsızlık duyan orta-sınıfın da anlaşmaya yöneldiğini belirtmek gerekiyor. Kalifiye Göçmen Programları’ndan yararlanabilen genç mezunların aksine orta yaş üzeri orta-sınıf profesyonel kesimler için yurtdışına yerleşebilmek için ender seçeneklerden biri bu anlaşma. Londra’daki bazı hukuk büroları, Ankara Anlaşması’nın Türkiye’den başvurulara açıldığı 2009 tarihinden bu yana, hizmetlerini İstanbul, Ankara, İzmir ve Gaziantep gibi şehirlere taşıdılar. Dolayısıyla, bir çok insan işini gücünü bırakıp, yollara düşmeden de şansını deneyebiliyor artık.

Kısacası, Türkiye’nin bir türlü düzelmeyen meseleleri binlerce başka insanı da “yaşamsal karar” almaya itiyor. Avrupa’nın koşullarından haberdar olan, deneyimlemiş insanlar sahip oldukları toplumsal, sınıfsal ve de kültürel farklardan bağımsız olarak Türkiye’nin yaşam standartlarına karşı duydukları rahatsızlıklarda ortaklaşarak gurbet hasretine tutuluyorlar. Bir siyasi partinin dilinden haykıran “ya sev ya terk” sloganı ülkenin yalın gerçekliği olarak duyumsanıyor bir çok insan tarafından. Sevmesi kolay olmayan Türkiye’nin Avrupa’nın kıyasında kalmışlığı gitmek ve kalmak arasındaki ince çizgiyi daha da keskinleştiriyor.

Dolayısıyla, dert daha çok para kazanmak değil sanıldığının aksine. Arif’in tariflediği gibi toplumsal olarak rahat edememe halinden mustarip bir çokları. Kimisi kaldırımların yüksekliğinden yakınıyor, yaya geçitlerinde durmayan trafikten, diğeri şöyle rahatça oturabileceğin bir park bulamamaktan, bisiklete binememekten, otobüs şoförlerinin kabalığından, yüksek binalardan gözyüzünü görememekten, insanların gözünün içine bakmasından, akrabaların her şeyi bilmek istemesinden, hayattaki her durumda bir “arıza” çıkmasından… Ama özellikle kadınlar… bazen kendilerinin dahi tanımlamakta zorlandıkları bir “rahatlıktan” dem vuruyorlar… rahat giyinmek, rahat dolaşmak, bir yere gidip rahatça oturmak… erkeğin buyurgan ve utandırıcı bakışlarından muaf olmaktan.

Uzayan sözün kısası, 1960’larda Türkiye’nin A.E.T.’ye entegrasyonunu kolaylaştırmak için imzalanan Ankara Anlaşması kırk yıl sonra Türkiye’nin A.B. dışı bırakılmışlığını by-pass eden bir anomali olarak belirmesi hikayedeki ironinin bir yüzü. Ankara’nın ne kadar Avrupalı bir kent olduğu tartışılır ama, ironinin diğer yüzü bu ya, Avrupalı olma yolunda Londra’ya gelen herkes bu aralar Ankaralı. Uzunca bir süre de böyle olacak gibi gözüküyor.

Akademisyenler ve Göçmenleri

Görkem Dağdelen – ODTÜ Sosyoloji Bölümü, Doktora Öğrencisi

by Carolyn Buckley, 2004

Journey of Dreams (Carolyn Buckley, 2004)

Jacques Rancière’in Filozof ve Yoksulları[1] isimli kitabından esinlenerek somutlaştırmaya başladığım, birçoklarımız gibi zihnimi dönem dönem meşgul eden bir düşünceyi tartışmak istiyorum bu yazıda. Sadece göç çalışmalarına özgü olmayan, sosyal ve beşeri bilimler dünyasını yüzyıllardır üzerinde düşündürtmüş bir mesele: Üretilen bilginin, o bilginin “nesneleriyle” olan ilişkisi. Veya: Kuram ve uygulama arasındaki ilişkinin nasıl kurulması ve yaşanması gerektiği sorunsalı. Özellikle de modern zamanlarda sıradan insanların yaşadığı mağduriyetleri ve sömürüyü eleştirel bir çerçeveden ele almaya çalışan bilim anlayışlarını sıklıkla ilgilendirmiş bir konu. Göç çalışmaları özelinde bu konunun, uluslararası göçmenlerin yaşadıkları sıkıntılar üzerine eleştirel bir şekilde üzerine dil döken, sermaye ve devlet güçleri arasında insani haklarından mahrum kalanların yanında tavır alan bilim insanlarının gündemine gelmesinde anlamlı bir yan var diye düşünüyorum. Konunun devasa büyüklüğüne yenilmemek adına yazıyı dört boyut üzerinden sürdürmek isterim:

I) Rancière, yukarıda adı geçen eserinde Platon’dan bugünün muhalif filozoflarına kadar gelen bazı düşünce silsilelerinin nasıl birbirine benzediğini ortaya koymaktaydı. Düşünce üretenler filozoflar ile maddi üretimin içinde yoğrulan yoksullar arasında belirli ayrımlar olması gerektiğini savunan bir varsayımın varlığıydı çok farklı anlayışlardaki düşünürler arasında ortaklığı kuran. Günümüzde “yoksulları” aşağılayan veya onları belirli bir kadere mahkûm eden söylemlerin akademik dünyada önceki dönemlere göre daha az dillendirildiğini belirten Rancière, fazla iyimser olmamamız gerektiğini şimdilerde “saygı duyarak dışlama” adı verilen bir sürecin işlediğini söyleyerek bizlere hatırlatıyor. Bu durumu da kısaca şöyle ifade ediyor: “Okumuşların topraklarına girerek düşünme yetkisini ellerine alan proleterlere dolambaçlı bir yanıt veriyorlardı: Bir yandan emeğin yoksulların asıl kültürü ve dünyanın geleceği olduğu türküsü tutturup, diğer yandan yoksulların temsilcilerini kişilik ikileşmelerine karşı uyarıyorlardı” (Rancière, 2009: 14). Böylece konumuz açısından, “göç edenler” ve “göç edenler üzerine düşünenler” arasındaki sosyo-kültürel farkları doğallaştırmanın veya daha sık yapıldığı üzere, bu farkları fazla sorunsallaştırmamanın yarattığı sıkıntılara dair önümüzde yığınla sorun belirmekte.

II) Uluslararası sınırları en temel insani haklardan mahrum kalarak geçmeye çalışan (düzensiz) göçmenleri, devletlerin ve sermayenin değil de göç sürecini yaşayanların bakış açısından eleştirel bir şekilde ele alan birçok akademik çalışma mevcut. Bu çalışmalara ilişkin bir soru sorarak ilerleyelim: Acaba bu çalışmaların, meseleyi güç odaklarının penceresinden gören ve eleştirel olma kaygısı olmayan göç çalışmalarıyla, “mağdur göçmenleri bir ‘sorun’ olarak görmek” konusunda belirli bir ortaklığı olduğunu söyleyebilir miyiz? Eleştirel ve eleştirel olmayan bakış açıları arasındaki bu ortaklık, birisinin göçmenlerin yaşadıklarını sorun olarak görmesiyle, diğerinin de göçmenlerin kendilerini sorun olarak görmesiyle elbette ayrılmaktadır. Ne var ki, birçok akademisyenin merceklerini “en zor durumda olan” göçmenlerle sınırlı tutmalarının göç çalışmalarını nasıl etkilediğini içtenlikle sormak gerekir. Sürekli olarak en mağdur göçmen gruba odaklanmanın, göçmenlerin geniş kesimlerinin, eşitsizlikler üretmekte maharetli bir sistem[2] tarafından ayrımcılık ve sömürü yoluyla nasıl etkilendiğinin eleştirisini yapmayı zorlaştırabileceğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle, belirli sosyo-ekonomik standartlara yasal yollardan ulaşan (ve yaşadığı ülke tarafından güvenilir ve sadık bir emekçi olduğu kabul edilmiş) göçmenler için de “sorunların” bitmediğini görmek, “göçmen mağduriyetlerinin” belirli bir kitle ile sınırlı olmadığını göstermesi açısından ufuk açıcı olabilir.

III) Marx’ın ideoloji ile ilgili önemli bir tespiti vardır: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.”[3] Akademik yazının “nesneleriyle” kurduğu ilişkiye biraz da bu açıdan bakabilir ve şu soruyu sorabiliriz: Göçmenlerin bakış açısından eleştirel bir söylem üretmek için göçmen olmak şart mıdır? Muhtemelen, bu soruya hep bir ağızdan “hayır” cevabını vereceğizdir. Evet, göçmenler üzerine eleştirel olarak yazmak, konuşmak için illa ki göçmen olmak şart değildir. Göçmenlerin deneyimlerine göçmen olmadan da yaklaşmanın yolları vardır. Bunun bir yolu göçmenlerle hayatın belirli alanlarını paylaşma olabileceği gibi, bir diğer yolu da akademisyenlerin kendi habitus’larının belirli boyutlarda göçmen olma hali içerdiğini düşünmek olabilir. Diğer bir deyişle, göçmen deneyimlerinin belirli ölçülerde yasal ve korunaklı göçmenlerle ve göçmen olmayanlarla (bir şekilde hepimizle) ortaklaşabildiklerini sürekli göz önünde tutmak epey anlamlı olacaktır. Bu işin bir yönü. Peki ya “akademisyenler” ve “göçmenleri” arasındaki sosyo-kültürel sınırlar? Birçok açıdan farklı yaşam deneyimleri olan bu iki grup arasındaki sınırları görmezlikten gelmek de mümkün değildir. Bu sınırlar, ne yazık ki, an be an sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Sosyo-kültürel sınırları anlamak için, akademisyenlerin ve akademisyen adaylarının (öğrenci, konferans katılımcısı veya araştırmacı olarak) uluslararası ortamlarda yaşadıkları deneyimler(imiz) ile çalışmak üzere uluslararası sınırları aşan göçmenlerin deneyimlerinin farklılığını düşünmek yeterlidir.

IV) Yukarıda bahsettiğim sosyo-kültürel sınırların nasıl aşılabileceği konusunda, Füruzan, Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerle yaptığı görüşmelerden oluşturduğu Yeni Konuklar[4] isimli kitabında belirli ipuçları vermektedir. “Her turist önce sahnenin dıştan görünüşündedir, turistliğinden sıyrıldığında kulislere girer” (Füruzan, 2002: 28) diyerek, yazan ve yazılan arasındaki kutuplaşmanın arasındaki mesafenin nasıl mekik gibi dokunarak kapanabileceğinin belirli yollarını göstermektedir. Ve de, göçmen deneyimlerinin acı oklarını sezdirmeden okurlarına saplamaktadır. Böylelikle, sadece göçmenlik deneyimlerini anlamaya çalışan alan çalışması temelli akademik çalışmaların değil, teorik yönü ağır basan çalışmaların önüne de küçümsenemeyecek boyutlar sanatçı bakışıyla açılmaktadır.

Sona gelirken eklemek isterim ki, bu yazıyı, eleştirellik iddiasında olan göç çalışmalarını, (haddimde olmayarak) “göçmenleri anlamamaktan” mahkûm etmek için yazmadım. Yukarıda kısaca bahsettiğim “sınırların” varlığına karşı içimde büyüyen bir çığlıktı beni bu satırları yazmaya iten. Kısacası, gönderdiğim eleştiri oklarını hepimizin ortasına, bana yakın bir şekilde attığımı söyleyebilirim. Son olarak, bu satırları, katıldığım akademik konferanslardan sonra değil de, Almanya’da bir Erasmus öğrencisi olarak hayatımın en esaslı göç deneyimimi yaşadığım sırada yazmış olduğumu eklemek isterim. Sanırım bu durum, Marx’ın yukarıda andığım sözünü en azından bu bağlamda haklı çıkarmakta.


[1] Rancière, J. (2009). Filozof ve Yoksulları, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: Metis Yayınları.

[2] Burada sistem ile kastettiğim, içinde yaşadığımız kapitalist üretim tarzının, sınıf, etnik kimlik ve toplumsal cinsiyet gibi kategorilerle birlikte oluşturduğu ve eşitsizliklere dayanan yapılanmalardır.

[3] Marx’ın bu sözünü Ulus Baker’in Marx’ın İki Çift Sözü Var (Birikim, 1996, Sayı: 84) yazısındaki tartışmadan aldım.

[4] Füruzan, (2002). Yeni Konuklar, 2.baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Göçmen Dayanışma Ağı adına Evrensel Gazetesi için yazdığımız yazımız.

Belirsiz bir geleceğin yolcusu Göçmen Kadınlar:

Evdeki Yeni Yardımcılar

Ayşe Akalın, Zeynep Kaşlı.

Başbakan Erdoğan’ın Mart 2010’da Türkiye’de yaşayan Ermeni göçmenler hakkında sarf ettiği tehditkâr sözler Ermenileri beklenmedik bir şekilde kamuoyunun gündemine getirdi. Her ne kadar Ermenistan vatandaşlarının Türkiye’de çalışıyor olması tarihsel sebeplerden ötürü konuyu farklı bir boyuta taşısa da, bu meselenin asıl önemi bir başka noktada yatmakta. 1990 sonrası Türkiye’ye yönelik yeni göçler içinde Ermenistan’dan gelenler aslında buzdağının sadece küçük bir parçası. Asıl olay ise Türkiye’nin 1990’ların başından itibaren çok farklı coğrafyalardan göç alan bir ülke haline gelmesi. Kendi içlerinde ekonomik sebepler ile Türkiye’ye çalışmaya gelen işçiler, çoğunlukla Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Türkiye’den transit geçenler ve üçüncü ülkelerden mültecilik hakkı beklerken Türkiye’de sığınmacı statüsünde kalanlar gibi alt gruplara ayrılmak ile beraber, göçmenlerin hepsi aslında büyük ölçüde benzer bir kaderi paylaşıyorlar: Vatandaşı olarak doğdukları ülkelerden kopmak zorunluluğunun neticesinde geldikleri ülkede, yani Türkiye’de, birçok temel hakka erişimleri olmadan, belirsiz bir geleceğe doğru  “görünmez” olarak uzun bir süre yaşamak zorunda kalmak.

Son dönemde, göç alanının yasal çerçevesini düzenlemek üzere, “yabancılar” ve “iltica”  başlıkları altında bazı kanun tasarıları ve bunlara istinaden genelgeler çıkarılıyor. Ama bu çalışmalar Türkiye’deki göçmenlerin temel ve acil sorunlarını dikkate almaktan çok uzaktalar. Aksine, Avrupa Birliği’nin talepleri, teşvikleri ve dayatmalarıyla düzenleniyor izlenimi veriyor. Sonuç itibari ile Türkiye’deki yasal statüleri ne olursa olsun göçmenlerin sorun ve durumlarını muhatap almayan farklı hukuki düzenlemeler, göçmenleri salt kısıtlamak ya da dışlamakla kalmayıp onları daha da görünmez kılıyor ve kendi sorunlarıyla baş başa bırakıyor.

Her Daim Kaçmak Zorunda Olmak…

Göçmenlerin hukuki alanda maruz kaldıkları  sorunların en önemlilerinden biri Türkiye’de çalışma ve ikamet izni almanın imkânsıza yakın zorluğu. Sığınmacı statüsündeki göçmenlerin kendilerine verilen kısıtlı ikamet süresi, çalışma izni almalarına mani oluyor. Ekonomik göçmenlerin çalışma izni başvuruları ise sadece ülkeye girmeden ve ancak eş zamanlı bir işveren başvurusu ile yapmaları zorunluluğu sebebi ile bu başvuruların yapılmasını bile imkansız hale getiriyor. Fiiliyattaki bu durum var olan hukuki düzenlemelerin de neredeyse hiçbir göçmenin hayatına olumlu bir değişiklik getirmeyen “sözde düzenlemeler” olarak kalmasına sebep oluyor.

Bütün bu kısıtlamalar sonucunda göçmenler kendilerine reva görülen “kaçak” statüsünde yaşamaya mahkûm kalıyorlar. Özellikle ekonomik sebepler ile göçenlerin hukuki görünmezliklerini kendilerinin de büyük oranda sürdürmeye çalışmaları, kendilerini dışlayan bir sisteme karşı bir tür savunma mekanizmasından öte bir şey değil.

Hukuksuzluğa terk edilen göçmen kadınlar ne yapacak?

Türkiye’deki göçmen kadınların sorunları arkalarında bıraktıkları aileleri, burada kaldıkları uzun sürelere karşın içinden çıkamadıkları “hukuksuz” statüleri yüzünden sürekli sınır dışı edilme tedirginliğinin getirdiği görünmez olma/kalma çabası, kendilerini ortasında buldukları erkeklik-devlet-aile koalisyonunun çatırdaması süreçleri gibi çok boyutlu ve karışık bir hikâye. Yakın dönemde gündeme gelen bir Türkmen bakıcının tecavüze uğradığı iddiası işte böyle bir çerçevede, yani farklı hak yoksunluklarının “göçmenin hukuksuzluğu”nda vücud bulması şeklinde okunması gerekir. Göçmen bir kadın için tecavüz sadece cinsel şiddet mağduru olmak değil, bu şiddetin kayıtlara geçtiği anda kendisinin sınır dışı edilmesi ve böylece de ailesi için kurduğu bütün bir hayat planının yok olması anlamına gelmektedir.

Göçmen Dayanışma Ağı olarak amacımız  özelikle bir “hukuksuzluk”ta vücud bulan göçmenliğin bu farklı  mağduriyet katmanlarını Türkiye gündemine taşımak ve mevcut sorunları muhataplarının talepleri ile orantılı olarak çözme gayesi güden bir siyasete işaret etmektir. Türkiye’nin artık binlerce “yabancı” kardeşleri, dostları, yaşayanları var. Bu insanların sorunlarını, onların bu sorunlarını yaşadıkları yerlerden bakarak, görebilmek hepimizin sorumluluğu.

Göçmen Dayanışma Ağı’yla iletişim için www.gocmendayanisma.org

GÖÇMEN KADINLARIN YAŞAMI İŞVERENİN  İNSAFINDA

Ekonomik nedenlerle hukuki görünmezliklerini devam ettirmek zorunda kalan göçmen kadınlar için ev işi sektörü önemli iş alanlarından birisi olarak ortaya çıktı. Ev işinin göç çeken bir alan haline gelmesi aslında birbirinden çok farklı iki grubun, yani işveren olarak “yerli” kadınların ve çalışan olarak göçmen kadınların, taleplerinin tarihsel bir tesadüf sonucu aynı noktada kesişmesinin hikayesidir. Göçmenler yazımızda belirttiğimiz sebeplerden dolayı Türkiye’de bulundukları süreler boyunca somut bir güvenlik ihtiyacı içinde yaşarlar. Bu yüzden Türkiye’de ev işinde göçmenlerin çoğunlukla yatılı olarak çalıştırılmaları, onların bu güvenlik ihtiyacını en somut biçimde karşılıyor. Ayrıca işverenlerinin evinde yatılı kalan göçmen bakıcılar temel barınma ve beslenme ihtiyaçlarını da işverene havale edebiliyor, bu sayede Türkiye’de çalıştıkları geçici süreyi olabildiğince çok maddi birikim yapabilecek şekilde değerlendiriyorlar. Ama bu karşılıksız bir kazanç değil. Ödedikleri bedel, Türkiye’de korkuyla karışık bir kaçaklık statüsünde yaşamak kadar, kendi ailelerinden ve sevdiklerinden uzakta, bambaşka bir ailenin yanında geçirdikleri ve tamamen işverenin insafı doğrultusunda şekillenen yıllar.

EV İŞİ VE BAKIM YÜKÜNÜN  “GÖRÜNMEZ” TAŞIYICILARI

Güvenlik, barınma, beslenme gibi taleplerin kesişmesi meselesinin diğer tarafındaki aktörler ise Türkiye’deki işverenlerdir. Varolan sistemde bakım ve ev işinin bütün sorumluluğunun aileye ve böylece da kadına terk edilmiş olması, daha somut bir ifade ile devletin de erkeklerin de bu alanda hiçbir sorumluluk taşımamaları, Türkiye’de sınıflar ve kökenler üstü bir gerçek olarak süregelmiştir. Bu durumun kırılmaya başlamasının iki önemli sebebi çalışan üst orta sınıf, beyaz yakalı kentli kadınların sayıca, yaşlı nüfusun da oransal olarak artmasıdır. Sonuçta evleri, aileleri ve mesleklerinin çok farklı taleplerini yerine getirmekte zorlanan kadınlar tek çıkış yolu olarak profesyonel bakıcı ve yardımcılara muhtaç kalmaktadır. Evde yatılı olarak istihdam edilen bir hizmetli onlar için yedek bir güç, adeta profesyonel bir ev kadını görevini üstlenmekte, böylece Türkiye’deki sistemin çok önemli bir gediği aslında “görünmez” olan göçmenler tarafından doldurulagelmekte.

Göç Koşullarında Kuzinel Çarpışmalar…

Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim…

Yiyecek ve içecekler içimiz ve dışımız arasındaki keskin sınırı geçebilen nadir şeylerden biri olarak iki uç hissiyatımıza kaynaklık eder: zehirlenme ya da kirlenme tehlikesi ve şifa ya da afiyet bulma beklentisi. Bu hissiyata koşut olarak bu sınırı geçmesine izin verdiklerimiz kim olduğumuzu tanımlayan aidiyet referanslarımızdır aynı zamanda. Dolayısıyla, en bireysel haliyle yeme-içme düsturları “öznelliğimizin mihveridir” (Luton 1996, 1). Bireyselden toplumsala doğru yeme düsturları kapsayıcı ve dışlayıcı olarak iki yönlü bir işlev kazanır. Her şeyden önce bu düsturlar kendimize benzeyen insanlar kategorisi olarak bize hangi gıdaların izinli, lezzetli ve yararlı olduğuna işaret eder. İngilizce arkadaşlık/yoldaşlık (companionship) kelimesinin Latince “ekmek paylaşan” anlamında cum panis kelimesinden türemiş olması bu çerçeveden anlam kazanır (Anderson 2005: 125).

Bu nedenle olmalı ki, topluluk-içi yeme yiyeceklerin güvenilirliği ve uygunluğunun güvencesi olarak algılanır. İranlı göçmen annelerin helal perhize uygun olmasına karşın çocuklarını fast-food yiyeceklerden uzak tutmaya çabalaması bu algının bir yanısmasıdır (Harbottle 2000: 62). Yeme düsturlarına ilişkin bu kuzinel muhafazakarlığın (Gabaccia 1998) temellendiği biz ve onlar ayrımı uluslaşma süreciyle birlikte yeme-içme düsturları üzerinden bayraklaşmıştır (Zubadia 1994: 33, 37). Kimi zaman tanık olduğumuz, baklavanın ya da kebabın kime ait olduğu tartışması, tıpkı ulusal kimlikler gibi keskin ve bağdaşık kuzinel sınırlar olduğunu varsayan, ulus-devlet anlayışının barındırdığı tüm gerginliğin sofralarımıza taşınmasıdır. Yediklerimiz içtiklerimiz midemizle ilgili olduğu kadar biz/dahili ve onlar/harici alanlara ilişkin “kapsama ve dışlama” ile ilgilidir. Düşünür Jean Anthelme Brillat-Sawarin’in iki asır öncesinden seslenir “Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.”

À la carte kuzinel kimlikler, Tabaklar Karışırken…

Belirli bir kuzinel repertuarı oluşturan materyalin ulaşılabilirliği bu menüleri belirli bir coğrafya ve dolayısıyla belir bir topluma mahsus düşünmeyi mümkün kılarken taşınabilirlik kazanan her bir malzeme özgün bir yemeğin pişirildiği coğrafyanın da genişlemesini beraberinde getirmiştir. Söz gelimi, sanayileşmeyle birlikte üretimin kitleselleşmesi ve tektipleştirilmesi, bu kitlesel üretimin gelişen muhafaza teknolojileriyle uzun süre saklanabilmesi, yeni ulaşım sistemleriyle perakendeleştirilebilmesi ve ticarileşmesi yeni çağın başında mutfaklarımızı yeniden şekillendirdi (Goody 1997: 338). İçinde yaşadığımız Bilgi Çağı’nda ise ortaya çıkan “toplumsal-aşırı kültürel süreçler” (Featherstone 1990) ile başka bir dönüşümü henüz yaşamaktayız.

Bu yeni dönemin belki de en başat aktörü göçmenler tencelerini dünyanın bir yanından diğerine taşırken kaynattıkları ve taşırdıklarıyla yeni bir mutfak biçimi oluşturmaktalar. Bu yeni küresel mutfakta yeme-içme düsturları bir kültür kategorisine sabitlenmiş tabildot olarak değil çorbası dünyanın bir ucundan tatlısı diğerinden á la carte menüler olarak tüketiliyor. Jerome 1979 yılında yeni kentli yeme-içme düsturlarına ilişkin gerçekleştiremediği araştırmasını sonuçlandırırken yiyecek ve içecek çeşitliliğinin zenginleşmesi, yeni yaşam tarzlarının ortaya çıkışı ve toplumsal uyaranlardaki artışlara işaret ederek “günümüz Amerikan kent yaşamındaki bireysel perhiz modellerinin gelişimi”nin “klasik etnografik araştırmalar ile temsil edilmesi oldukça zor” bir hale geldiğini belirtiyor (1975: 110). Jerome’un ethnografik bir çalışma için “meydan okuma” olarak gördüğü bu zorlaşmayı kültür, kimlik ve yeme-içme düsturları gibi kategoriler arasındaki sabitlemeye ilişkin aşınmanın bir yansıması olarak düşünmek gerekir.

Bugün çeşitli malzeme repertuarlarına erişimi olan bir kimse için sabit bir kuzinel kültürden bahsetmek yerine bir dizi farkı kuzinel kültür arasında zengin bir oynama alanından bahsetmek daha doğru olacaktır. Bu nedenle, Jerome’un saptamaları Gabaccia’nın “yemek ile oynama” metaforunu çağrıştırır. “Musevi üretir Musevi tüketir” düsturundan “Musevi yemeklerinden hoşlanmak ya da pişirmek için Musevi olmak zorunda değilsin” anlayışına doğru bariz bir geçiş yaşanmıştır (Gabaccia 1998: 3-5). Moly Schuchat’in belirttiği gibi “mesele bundan böyle ‘ne yiyorsan osun’ değil ‘ne olmak istiyorsun onu yersin’dir” (alıntı Kalcik 1984: 55).

Bu ulaşılabilirliğin bir diğer sonucu “egzotik olanı deneyimle” ideolojisi “heyecan, macera, farklılık, hayata ve diğer kültürlere ilişkin yeni bir bakış açısı sağlamanın bir aracı olarak” çağdaş bireyin “çokbilmişlik ve fark”ını inşa etmesinde önemli bir işlev kazanır (Lupton 1996: 127). Diğer bir deyişle, “egzotik diğerini” yeme düsturları üzerinden deneyimlemek çağdaş kozmopolit kimliğin önemli bir yapı taşıdır. Bu çözülmeye koşut olarak yeme düsturları salt etnik, ulusal ve inançsal kimliklerin göstereni olmanın ötesinde yeni anlamlar da kazanmaktadır. Örneğin, bugün bir çok kişi “organik” ya da “adil ticaret” etiketli ürünler kuzinel tercihler verili olan kültürel, iktisadi ve siyasi sisteme karşı alternatif bir kimliğin göstereni olarak tüketmektedir (Kalcik 1984: 55).

Gurbette Kuzinel Karşılaşmalar, Türkün Suşi ile İmtihahı…

Fakat, elbetteki yeni bir şeyin ulaşılır olması doğrudan mevcut kültürel ve sosyal kodlar içerisinde eriyeceği anlamına gelmiyor. Helal ya da koşer perhizine uygun ürünler örneğinde olduğu gibi, çok kültürlü ve çok mutfaklı göçmen kentlerdeki kuzinel karşılaşmalara karşı güvenli sığınaklar oluşturuluyor. Gurbette de olsa Müslüman mahallesinde salyangoz hoş görmülmüyor. Kuzinel karşılaşmalara dair rahatsızlıkların bizdeki belki de en somut tezahürlerini Yemekteyiz programının hemen her bölümünde izlemek mümkün. Aynı kişi bir katılımcının menüsüne “Mercimek çorbası mı? Eee ne var ki bunda” diyerek içeriğin sıradanlığına dair eleştirirken bir başka katılımcının menüsünde geçen “Meksika usülü” lafzını “bizden bir şey yok muydu?” diyerek yerebiliyor örneğin. Programın her bölümünde “Türk Damak Tadı”na ilişkin kaygılar dile gelirken, kimi katılımcıların bu alandan uzak düşen tercihleri neredeyse bir çeşit ihanet olarak tartışılıyor.

Benim de böylesi ilginç bir karşılaşmayı izleme şansım oldu. Aynı üniversiteden mezun insanların Londra’da kurmuş olduğu bir derneğin aylık toplantısı ardından Japon mutfağından türetme bir restoranda buluştuk. Dernek üyeleri almış oldukları eğitime koşut olarak ya profesyonel meslek sahibi ya da yüksek lisans öğrencisi olarak bulunuyor bu ülkede. Dolayısıyla Türkiye’den yaşanan göçün ‘olağan şüphelileri’nden oldukça farklı profile sahip bir topluluk söz konusu olan. Diğer yandan, illaki iktisadi değilse de, yüksek eğitim profiline sahip üyelerin bir çoğu için bu toplantılar, illaki siyasi değilse de, yakın sosyo-kültürel kodlara sahip kimselerle sohbet etme olanağı anlamına geliyor.

Dolayısıyla, yemek ve içmek sıla hasreti giderilen bu sohbetlerin en ayrılmaz parçasını oluşturuyor. Fakat, Londra gibi çok-kültürlü, ve dolayısı ile çok-pazarlı, bir kentte ‘ne yenileceği’ sorusu aynı zamanda ‘hangi mutfağın’ seçileceği gibi bir meseleye de işaret ettiği için ‘nereye gidileceği’ne karar vermek bu toplantıların en sorunlu momentini oluşturuyor. Genellikle iki temel kaygı karar almayı zorlaştırıyor. Halen öğrenci olan üyeler için fiyatların bütçeye uygun olması anlaşılır bir önem taşıyor. Diğer yandan üyelerin bir çoğu için helal perhize uygun yiyeceklerin de bulunabileceği bir yerin seçilmesi gerekiyor. Kimi üyeler, helal perhize uygun olsa dahi afiyetlerine dokunabilir endişesiyle yeni bir kuzinel maceraya başlamak konusunda eski üyeler kadar istekli olmayabiliyor.

Deneyimli üyelerin tavsiyeleri, kaygısı olanların genel tercihle uzlaştırılması ve bu sorunlu momentin aşılmasında önemli bir rol oynuyor. Biz zengin menüde göz gezdirmeye henüz başlamışken dernek başkanının “Türk damak tadı”na uygunluğunun altını çizerek günün yemeğini tavsiye etmesi bu kuzinel vesayete işaret ediyor. “Bize yakın” yeme-içme düsturlarından uzaklaşmaya cesaret eden tabakların gece boyunca çeşitli şakalara vesile edilmesi aksi tercihlerin akibetine ilişkin ipucu veriyor. Duruma işin-doğrusu-şudur gibi bir mercekten bakıyor değilim. Uzak Doğu mutfağını tüketmiş bir batılının işkembe çorbası karşısında şaşalaması gibi her kültürden her insan benzeri karşılaşmalar karşısında kavramsal olarak neyi nereye koyacağını bilemeyebilir. Kaldı ki, neyi tüketip neyi tüketmeyeceği tümüyle kişinin kendi tercihidir.

Fakat, derneğin yönetsel meseleleri konuşulurken gündeme gelen bir konu Türklüğe dair bu vesayetin salt kuzinel olmadığına işaret ettiğinde ben de önümdeki tabaktan uzaklaşarak konuşulanlara kulak kabarttım. Dernek yöneticileri siyasi kimliğinden endişe ettikleri ya da niyetinden emin olamadıkları topluluklardan gelen e-postaları tüm üyelere yönlendirmediklerini, bir anlamda sansür uyguladıklarını söylüyordu. Derneğin kadim bir üyesi kaygısını ifade ederken kendisi için önemli tek kıstası “kuvay-i milliye sınırlarına ve cumhuriyet ideallerine saygılı olmak” biçimde tanımlayarak bu sansürün ana hatlarını çizmiş oldu. Türk damak tadına uygun olmayan bir lokmanın afiyetimize muzır olabileceğine ilişkin kaygının uygunluğundan emin olun(a)mayan bir e-postanın Türklüğümüze zeval verebilir olduğuna ilişkin çekinceyle eşleşmesi bu olağan akşam yemeğini benim için ilginç bir izlenceye dönüştürdü.

Her iki durumda da belirli çekinceler doğmasına karşın mideye ilişkin ilk durumun kapsayıcı, zihne ilişkin ikincisinin ise dışlayıcı bir biçimde çözülmüş olması önemli bir ayrıntı olarak belirtmek gerekir. Diğer bir deyişle, tanıdık olması ile tekin olmayan bir e-postanın kurumsal vücuda zerk edilmesi hoş görülmüyor ve ortalama üyelerin dimağ-tadına sunulmadan siliniyor. Fakat, ikinci durumdaysa bir tavuk yemeği tanımadık olmasıyla tekin olmayan bir mutfakta uygun bir damak-tadı arayanlara güvenli bir çözüm olabiliyor. Böylece kafa karıştırıcı bir menü kozmopolit birikimiyle güvenilir birinin kılavuzluğunda afiyete zeval vermeden deneyimlenebiliyor. Meseleye bu açıdan baktığımızda, bu kısa masa başı sohbeti damak-tadı ve dimağ-tadı olarak düşünebileceğimiz yeme-düsturları ve kimlik arasındaki ilişkiyi imlemesiyle bu makaleye vesile oluyor.

Bibliyografya

Anderson, E.N. (2005), Everyone Eats: Understanding Food and Culture, New York University Press.
Featherstone, Mike. (1990), Global Culture: An Introduction in Global Culture: Nationalism, Globalization and Modernity (ed) Mike Featherstone, London: Sage, pp. 1-14.
Gabaccia, Donna R. (1998), We are What We Eat: Ethnic Food and the Making of Americans, Harvard University Press.
Goody, Jack. (1997), “Industrial Food: Towards the Development of a World Cuisine” in Food and Culture: A Reader (eds) Carole Counihan and Penny van Esterik, New York – London: Routledge, pp. 338-369.
Harbottle, Lynn. (2000), Food for Health Food for Wealth: Ethnic and Gender Identities in British Iranian Communities, Berghahn Books.
Jerome, Norge W. (1975), “On Determining Food Patterns of Urban Dwellers in Contemporary United State Society” in Gastronomy: the Anthropology of Food and Food Habits (ed) Margaret L. Arnott, Mounton Publisher, pp. 91-11.
Kalcik, S. (1984) “Ethnic Foodways in America: Symbol and the Performance of Identity” in LK Brown; K Mussell (eds) Ethnic and Regional Foodways in the United States: The Performance of Group Identity. Knoxville: University of Tennessee Press.
Lupton, Deborah. (1996), Food, the Body and the Self, London: Sage Publication.
Zubaida, Sami. (1994), “National, Communal and Global Dimensions” in Middle Eastern Food Cultures in Culinary Cultures of the Middle East (eds) Sami Zubaida and Richard Tapper, London – New York: I.B. Tauris Publishers.

Bu hafta derste “Irk ve Etnisite” başlığını işledik.  Her hafta üç saatlik derslerimizde öğrencilere güncel  örnekler üzerinden bazı temel sosyolojik kavramları öğretmeye çalışıyorum. Bu haftanın payına  da “streotyping/kalıplaşmış düşünce”, “prejudice/önyargı” ve “discrimination/ayrımcılık” düştü. Bu konulara örnekler muhtelif tabi. Ben bir anda öğrencilerin çok da üstüne gitmiş gibi olmamak için  daha çok Amerika’daki siyah/beyaz ayrımını kullanan örnekler kullanıyorum. Eskiden sınıflarım 30 kişi civarı iken “sizce Türkiye’de  ırkçılık var mı?” diye sorar, tartışmayı oraya bağlamaya çalışırdım. Şimdi öğrenci sayısı her sınıfta 6o civarı olduğundan böylesine ağır bir tartışmayı makul düzeyde götürmek bu ölçülerde pek mümkün olmuyor.

Ama gene de daha sudan örnekleri ele alarak bile kayda değer birşeyler yapıyoruz sanırım. Çünkü o bir-iki saatte yapılan ıvır zıvır tartışmanın bile öğrencilerin hayatında kayda değer bir bilgiye dönüşebildildiğini görebiliyorum. Lisede iken ilk kez Mete Tunçay’ın televizyonda bir programda Kurtuluş Savaşı ile ilgili o zamana kadar ömrümde duymadığım şeyler anlattığını duyduğumda ne kadar şaşkınlığa uğradığımı hatırlıyorum. Öğrencilerimin geçtiği yoldan ben de geçtim. Gerçek ile “öğretilen” arasındaki mesafe farkının farkına varmanın bile ne anlama gelebileceğini biliyorum.

Bu girizgah neden? Çünkü bir yandan TC’de ırkçılık nasıl öğretilir, buna kafa yormaya çalışıyorum. TC’de ırkçığımızla yüzleşeceğimiz o kadar çok hadise var ki. Ama bu hadiseleri algılamamızı, konuşmamızı, anlamlandırmamızı sağlayacak geniş katılıma açık bir alan, bir dil yok. O yüzden görüyor ama diyemiyor, duyuyor ama anlatamıyoruz. Benim  “açılım” diye yapacaklarını söyledikleri şeyden  anladığım bu idi. Artık “Müsluman Türkler kimseye zarar vermiş olamaz” diyen bir başbakanın anlamsız sözlerini pas geçip “her toplum bugün oldukları noktaya ancak pek çok acılar tarihinden geçerek gelebilmiştir”i konuşabilecektik. Olmadı, olamadı. Her güzel şey gibi geç bulduk, çabuk kaybettik ama biz onun fikrini bile çok sevdik.

Ki ırkçılık da öyle bir alan ki ona açılımlar yetmez. Kendine devamlı yeni alanlar, yeni eşitsizlikler, yeni ayrımcılıklar yaratır, yeni kurbanlar bulur. Amerika mesela, bu konuda diğer örnek olarak en iyi bildiğim vaka. Bir seviyede müthiş kayda değer bir gelişim.  Köleciliğe dayalı bir geçmişten, tarihin en ilerici toplumsal mücadelelerinden biri olan Sivil Haklar Mücadelesine, oradan da siyah bir başkana. Kimse küçümsemesin, bu büyük bir gelişmedir, her zaman takdire şayan kalacaktır. Ama yani Amerika’nın ırkçılıktaki en geniş fay hattı olan siyah/beyaz ayrımı biraz rahatlar da ne olur? Sahip olunan yapısal dengesizlik aynen kalır, içleri başka ilişkiler, aktörler, örnekler ile doldurulur. Nefretin nesnesi siyah beden gider göçmen gelir, ırkçılık baki kalır.

Ah şu göçmenler! Ne kadar çok yerden çıkabiliyorar. Üstelik hem yeni sorunlar yaratıp, hem de  eskilerini hortlatıveriyorlar. Türkiye’de ırkçılık var mıdır? Ne münasebet! Türk halkı misafirperver, devleti de alicenaptır. Yüzyıllar boyunca üç kıtada nam salmış, tebasına güvenlik , adalet getirmiş bir devletin torunlarının milletidir..dir dir de dir dir.

Canan Arıtman Başbakan’dan böyle bir talepte bulunurken aklından neler geçmiştir acaba? Söz konusu olan onbinler ile ifade edilen bir göçmen grubu iken salt bir kişinin sağlık sorunu ile ilgili olarak  diğerleri hiç yokmuşçasına böylesine –sözde- ısrarcı olmak ona kendisini nasıl hissettirmiştir? Tek bir kişiyi dert etmişçesine görünürken benzer durumlarda olabilecek daha pek çok göçmenin durumunu aklına bile getirmemenin aslında ne kadar ayrımcı  bir istek olduğunu hiç mi düşünemez?  Böyle bir talep ile birleştirilen “Bugün 24 Nisan ve Ermeniler bizi işlemediğimiz bir suçla suçluyor. Biz Türk milletinin ne kadar asil olduğunu; darda, zorda olana nasıl el uzatan bir millet olduğumuzu gösterelim” cümlesi tek taraflı bir üstünlük ifade etmekten başka nedir ki? Umarım birgün böyle bir cümlenin ırkçılık ile niye ve nasıl ilişkilendiğini konuşabileceğimiz bir dilimiz de olur.

Ekleme:

Ve mutlu son olur,  “diğer adı Aydın olan” Arthur oturma iznini alır, Canan Arıtman o akşam huzur içinde uyuyup rüyasında  en sevdiği pistolünü görür, göçmenlerin sorunlarının dermanı da açılım gibi başka bahara kalır.

Ekleme 2:

Ve Arizona’da olanlara en daim ustadan kucak dolusu selamlar yollanır.

„Neden başka yere otur muyorsunuz yeterince yer var dimi?” diye başlıyor kadın, bütün rahatsızlığı, tepişmeleri ve çekişmeleriyle beraber. “Artık rahatsız edilmeden tramvaya bile binilmiyor. Vergilerimizden fayda sağlayanlar en azından münasip davranmalılar. Sanki bizim göreneklerimize uyum sağlamak çok zormuş gibi. Neden herkes buraya gelip duruyor. Sizi davet eden mi oldu?” diye devam ediyor. „Bizim kendi işsizimiz bize yetiyor, bi de bunlar kaçak çalışıyorlar. Sanki kontrol edilebilirmiş gibi, zaten hepsi birbirine benziyor. En azından bize gelmeden önce isimlerini değiştirmeleri istenebilmeli. Zaten başka da bir ipucu yok (…) Bu arada keskin kokuyorsunuz. Tabiki bunu kimse size yasaklayamaz! (…) Sanki Türkler ve İtalyanlar yetmiyormuş gibi şimdi bi de Afrika’nın yarısı geliyor. Hans’ım sürekli söylerdi, birisini bırakırsak, hepsi güruh halinde gelirler. (…) Defedemiycez bunları. Bu şekilde giderse, yakında sadece Türkler, Polonyalılar ve zenciler olacak burda…”.

Bu sözler “Schwarzfahrer” (Kaçak Yolcu) filminden kesitler. Kendini, kendi üzerine notları ‚Nomade mit Heimweh’ (Ev hasreti çeken göçebe)’de „Ich bin ein moderner Nomade“ (Bir modern göçebeyim) olarak tanımlayan Pepe Danquart 1992/93 yılında 12 dakikalık bu filmi belli ki çok da modern olmayan, hatta göçebe olmayan göçmenlere adamış. Film bir kelime oyunu ve ironi üzerine örülmüş, yabancılığı, yabancı düşmanlığını, toleransı ve sessizliği konu eden güzel bir film. „Schwarzfahrer“ iki anlamı içinde barındırıyor ve bu şekilde filmin içeriğine de oldukça güzel uyuyor: kaçak yolcu ve siyah yolcu. Berlin’de bir sokaktan klasik denilebilecek bir görüntüyle başlayan film, başka, o zamanların tipikleşmiş bir karşılaşmasıyla devam ediyor. Yaşlı bir kadın ve afrika kökenli genç bir adamın tramvaydaki karşılaşmaları, bir taraftan Almanya’nın bir yüzünü irdelerken, diğer taraftan belli bir değişmeye ve kuşaklar arası farklılıklara vurgu yapıyor. Burada yaşlı kadın ve genç adam iki ayrı kuşağı, dolayısıyla iki ayrı Almanya’yı sembolize eden figürler. „Göçmen“ – „yerli“ çekişmesinde „yabancı“ya karşı önyargıların kullanıldığı bu film „göçmen“-gündelik deneyimini eğlenceli bir şekilde izleyiciye sunarken bunların altını bir kez daha çiziyor. Sessizliğin ve tepkisizliğin vurgulandığı film sadece diğer taraftan bilindik bütün klişeleri kullanıyor: Eğlence ve agresifliği arka arkaya parlayıveren Türkçe konuşan gençlik.

Bu filmi ilk seyrettiğimde bunca yılın üzerine değişen neler var diye sormaktan kendimi alamadım. Bu sorunun sorulmasıyla da beraber irili ufaklı bir çok örnek, haber ve hatta anı su yüzüne çıkıyor. Artık “göçmen”likten, “göç kökenli” ve hata “türk-alman”, “rus-alman” vb.ne terfi etmiş “göçmen” varlığı hala sosyal ve ekonomik dalgalanmaların, bozuklukların, çıkışsızlıkların günah keçisi durumunda. Yani türk-alman olmak, sadece ve sadece alman vatandaşlık haklarından herkes gibi yararlanmayı getirmiyor beraberinde. Tabiki tablo bu kadar da olumsuz değil, ehh bu yazının amacı ötekileştirmeleri görünür kılmak olduğu için, ağırlığı bir tarafa veriyoruz. Son günlerde Almanya’daki sosyal devletin varlığı ile ilgili meşguliyetlerde göç kökenlileri sıkça olduğu gibi konunun en önemli parçalarından biri haline getirdi. Sosyal devletin en önemli göstergelerinden kabul edilen, eğitime ayrılan bütçe, eğitim kalitesi ve ihtiyaçların giderilmesi ve işsizlik parası Hartz-IV-Tartışmaları kapsamında tekrar düzenleniyor. Sosyal yardımın ve işsizlik parasının ‚tembeller’ için olduğu söyleminin yeniden gündeme gelmesi ile, toplumdaki tembeller ve kültürel olarak tembelliğe yatkınlar yeniden gündemde. Ötekileştirmenin en çabuk su yüzüne çıktığı çatlak.