Akademisyenler ve Göçmenleri

Görkem Dağdelen – ODTÜ Sosyoloji Bölümü, Doktora Öğrencisi

by Carolyn Buckley, 2004

Journey of Dreams (Carolyn Buckley, 2004)

Jacques Rancière’in Filozof ve Yoksulları[1] isimli kitabından esinlenerek somutlaştırmaya başladığım, birçoklarımız gibi zihnimi dönem dönem meşgul eden bir düşünceyi tartışmak istiyorum bu yazıda. Sadece göç çalışmalarına özgü olmayan, sosyal ve beşeri bilimler dünyasını yüzyıllardır üzerinde düşündürtmüş bir mesele: Üretilen bilginin, o bilginin “nesneleriyle” olan ilişkisi. Veya: Kuram ve uygulama arasındaki ilişkinin nasıl kurulması ve yaşanması gerektiği sorunsalı. Özellikle de modern zamanlarda sıradan insanların yaşadığı mağduriyetleri ve sömürüyü eleştirel bir çerçeveden ele almaya çalışan bilim anlayışlarını sıklıkla ilgilendirmiş bir konu. Göç çalışmaları özelinde bu konunun, uluslararası göçmenlerin yaşadıkları sıkıntılar üzerine eleştirel bir şekilde üzerine dil döken, sermaye ve devlet güçleri arasında insani haklarından mahrum kalanların yanında tavır alan bilim insanlarının gündemine gelmesinde anlamlı bir yan var diye düşünüyorum. Konunun devasa büyüklüğüne yenilmemek adına yazıyı dört boyut üzerinden sürdürmek isterim:

I) Rancière, yukarıda adı geçen eserinde Platon’dan bugünün muhalif filozoflarına kadar gelen bazı düşünce silsilelerinin nasıl birbirine benzediğini ortaya koymaktaydı. Düşünce üretenler filozoflar ile maddi üretimin içinde yoğrulan yoksullar arasında belirli ayrımlar olması gerektiğini savunan bir varsayımın varlığıydı çok farklı anlayışlardaki düşünürler arasında ortaklığı kuran. Günümüzde “yoksulları” aşağılayan veya onları belirli bir kadere mahkûm eden söylemlerin akademik dünyada önceki dönemlere göre daha az dillendirildiğini belirten Rancière, fazla iyimser olmamamız gerektiğini şimdilerde “saygı duyarak dışlama” adı verilen bir sürecin işlediğini söyleyerek bizlere hatırlatıyor. Bu durumu da kısaca şöyle ifade ediyor: “Okumuşların topraklarına girerek düşünme yetkisini ellerine alan proleterlere dolambaçlı bir yanıt veriyorlardı: Bir yandan emeğin yoksulların asıl kültürü ve dünyanın geleceği olduğu türküsü tutturup, diğer yandan yoksulların temsilcilerini kişilik ikileşmelerine karşı uyarıyorlardı” (Rancière, 2009: 14). Böylece konumuz açısından, “göç edenler” ve “göç edenler üzerine düşünenler” arasındaki sosyo-kültürel farkları doğallaştırmanın veya daha sık yapıldığı üzere, bu farkları fazla sorunsallaştırmamanın yarattığı sıkıntılara dair önümüzde yığınla sorun belirmekte.

II) Uluslararası sınırları en temel insani haklardan mahrum kalarak geçmeye çalışan (düzensiz) göçmenleri, devletlerin ve sermayenin değil de göç sürecini yaşayanların bakış açısından eleştirel bir şekilde ele alan birçok akademik çalışma mevcut. Bu çalışmalara ilişkin bir soru sorarak ilerleyelim: Acaba bu çalışmaların, meseleyi güç odaklarının penceresinden gören ve eleştirel olma kaygısı olmayan göç çalışmalarıyla, “mağdur göçmenleri bir ‘sorun’ olarak görmek” konusunda belirli bir ortaklığı olduğunu söyleyebilir miyiz? Eleştirel ve eleştirel olmayan bakış açıları arasındaki bu ortaklık, birisinin göçmenlerin yaşadıklarını sorun olarak görmesiyle, diğerinin de göçmenlerin kendilerini sorun olarak görmesiyle elbette ayrılmaktadır. Ne var ki, birçok akademisyenin merceklerini “en zor durumda olan” göçmenlerle sınırlı tutmalarının göç çalışmalarını nasıl etkilediğini içtenlikle sormak gerekir. Sürekli olarak en mağdur göçmen gruba odaklanmanın, göçmenlerin geniş kesimlerinin, eşitsizlikler üretmekte maharetli bir sistem[2] tarafından ayrımcılık ve sömürü yoluyla nasıl etkilendiğinin eleştirisini yapmayı zorlaştırabileceğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle, belirli sosyo-ekonomik standartlara yasal yollardan ulaşan (ve yaşadığı ülke tarafından güvenilir ve sadık bir emekçi olduğu kabul edilmiş) göçmenler için de “sorunların” bitmediğini görmek, “göçmen mağduriyetlerinin” belirli bir kitle ile sınırlı olmadığını göstermesi açısından ufuk açıcı olabilir.

III) Marx’ın ideoloji ile ilgili önemli bir tespiti vardır: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.”[3] Akademik yazının “nesneleriyle” kurduğu ilişkiye biraz da bu açıdan bakabilir ve şu soruyu sorabiliriz: Göçmenlerin bakış açısından eleştirel bir söylem üretmek için göçmen olmak şart mıdır? Muhtemelen, bu soruya hep bir ağızdan “hayır” cevabını vereceğizdir. Evet, göçmenler üzerine eleştirel olarak yazmak, konuşmak için illa ki göçmen olmak şart değildir. Göçmenlerin deneyimlerine göçmen olmadan da yaklaşmanın yolları vardır. Bunun bir yolu göçmenlerle hayatın belirli alanlarını paylaşma olabileceği gibi, bir diğer yolu da akademisyenlerin kendi habitus’larının belirli boyutlarda göçmen olma hali içerdiğini düşünmek olabilir. Diğer bir deyişle, göçmen deneyimlerinin belirli ölçülerde yasal ve korunaklı göçmenlerle ve göçmen olmayanlarla (bir şekilde hepimizle) ortaklaşabildiklerini sürekli göz önünde tutmak epey anlamlı olacaktır. Bu işin bir yönü. Peki ya “akademisyenler” ve “göçmenleri” arasındaki sosyo-kültürel sınırlar? Birçok açıdan farklı yaşam deneyimleri olan bu iki grup arasındaki sınırları görmezlikten gelmek de mümkün değildir. Bu sınırlar, ne yazık ki, an be an sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Sosyo-kültürel sınırları anlamak için, akademisyenlerin ve akademisyen adaylarının (öğrenci, konferans katılımcısı veya araştırmacı olarak) uluslararası ortamlarda yaşadıkları deneyimler(imiz) ile çalışmak üzere uluslararası sınırları aşan göçmenlerin deneyimlerinin farklılığını düşünmek yeterlidir.

IV) Yukarıda bahsettiğim sosyo-kültürel sınırların nasıl aşılabileceği konusunda, Füruzan, Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerle yaptığı görüşmelerden oluşturduğu Yeni Konuklar[4] isimli kitabında belirli ipuçları vermektedir. “Her turist önce sahnenin dıştan görünüşündedir, turistliğinden sıyrıldığında kulislere girer” (Füruzan, 2002: 28) diyerek, yazan ve yazılan arasındaki kutuplaşmanın arasındaki mesafenin nasıl mekik gibi dokunarak kapanabileceğinin belirli yollarını göstermektedir. Ve de, göçmen deneyimlerinin acı oklarını sezdirmeden okurlarına saplamaktadır. Böylelikle, sadece göçmenlik deneyimlerini anlamaya çalışan alan çalışması temelli akademik çalışmaların değil, teorik yönü ağır basan çalışmaların önüne de küçümsenemeyecek boyutlar sanatçı bakışıyla açılmaktadır.

Sona gelirken eklemek isterim ki, bu yazıyı, eleştirellik iddiasında olan göç çalışmalarını, (haddimde olmayarak) “göçmenleri anlamamaktan” mahkûm etmek için yazmadım. Yukarıda kısaca bahsettiğim “sınırların” varlığına karşı içimde büyüyen bir çığlıktı beni bu satırları yazmaya iten. Kısacası, gönderdiğim eleştiri oklarını hepimizin ortasına, bana yakın bir şekilde attığımı söyleyebilirim. Son olarak, bu satırları, katıldığım akademik konferanslardan sonra değil de, Almanya’da bir Erasmus öğrencisi olarak hayatımın en esaslı göç deneyimimi yaşadığım sırada yazmış olduğumu eklemek isterim. Sanırım bu durum, Marx’ın yukarıda andığım sözünü en azından bu bağlamda haklı çıkarmakta.


[1] Rancière, J. (2009). Filozof ve Yoksulları, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: Metis Yayınları.

[2] Burada sistem ile kastettiğim, içinde yaşadığımız kapitalist üretim tarzının, sınıf, etnik kimlik ve toplumsal cinsiyet gibi kategorilerle birlikte oluşturduğu ve eşitsizliklere dayanan yapılanmalardır.

[3] Marx’ın bu sözünü Ulus Baker’in Marx’ın İki Çift Sözü Var (Birikim, 1996, Sayı: 84) yazısındaki tartışmadan aldım.

[4] Füruzan, (2002). Yeni Konuklar, 2.baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.