Göç Koşullarında Kuzinel Çarpışmalar…

Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim…

Yiyecek ve içecekler içimiz ve dışımız arasındaki keskin sınırı geçebilen nadir şeylerden biri olarak iki uç hissiyatımıza kaynaklık eder: zehirlenme ya da kirlenme tehlikesi ve şifa ya da afiyet bulma beklentisi. Bu hissiyata koşut olarak bu sınırı geçmesine izin verdiklerimiz kim olduğumuzu tanımlayan aidiyet referanslarımızdır aynı zamanda. Dolayısıyla, en bireysel haliyle yeme-içme düsturları “öznelliğimizin mihveridir” (Luton 1996, 1). Bireyselden toplumsala doğru yeme düsturları kapsayıcı ve dışlayıcı olarak iki yönlü bir işlev kazanır. Her şeyden önce bu düsturlar kendimize benzeyen insanlar kategorisi olarak bize hangi gıdaların izinli, lezzetli ve yararlı olduğuna işaret eder. İngilizce arkadaşlık/yoldaşlık (companionship) kelimesinin Latince “ekmek paylaşan” anlamında cum panis kelimesinden türemiş olması bu çerçeveden anlam kazanır (Anderson 2005: 125).

Bu nedenle olmalı ki, topluluk-içi yeme yiyeceklerin güvenilirliği ve uygunluğunun güvencesi olarak algılanır. İranlı göçmen annelerin helal perhize uygun olmasına karşın çocuklarını fast-food yiyeceklerden uzak tutmaya çabalaması bu algının bir yanısmasıdır (Harbottle 2000: 62). Yeme düsturlarına ilişkin bu kuzinel muhafazakarlığın (Gabaccia 1998) temellendiği biz ve onlar ayrımı uluslaşma süreciyle birlikte yeme-içme düsturları üzerinden bayraklaşmıştır (Zubadia 1994: 33, 37). Kimi zaman tanık olduğumuz, baklavanın ya da kebabın kime ait olduğu tartışması, tıpkı ulusal kimlikler gibi keskin ve bağdaşık kuzinel sınırlar olduğunu varsayan, ulus-devlet anlayışının barındırdığı tüm gerginliğin sofralarımıza taşınmasıdır. Yediklerimiz içtiklerimiz midemizle ilgili olduğu kadar biz/dahili ve onlar/harici alanlara ilişkin “kapsama ve dışlama” ile ilgilidir. Düşünür Jean Anthelme Brillat-Sawarin’in iki asır öncesinden seslenir “Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.”

À la carte kuzinel kimlikler, Tabaklar Karışırken…

Belirli bir kuzinel repertuarı oluşturan materyalin ulaşılabilirliği bu menüleri belirli bir coğrafya ve dolayısıyla belir bir topluma mahsus düşünmeyi mümkün kılarken taşınabilirlik kazanan her bir malzeme özgün bir yemeğin pişirildiği coğrafyanın da genişlemesini beraberinde getirmiştir. Söz gelimi, sanayileşmeyle birlikte üretimin kitleselleşmesi ve tektipleştirilmesi, bu kitlesel üretimin gelişen muhafaza teknolojileriyle uzun süre saklanabilmesi, yeni ulaşım sistemleriyle perakendeleştirilebilmesi ve ticarileşmesi yeni çağın başında mutfaklarımızı yeniden şekillendirdi (Goody 1997: 338). İçinde yaşadığımız Bilgi Çağı’nda ise ortaya çıkan “toplumsal-aşırı kültürel süreçler” (Featherstone 1990) ile başka bir dönüşümü henüz yaşamaktayız.

Bu yeni dönemin belki de en başat aktörü göçmenler tencelerini dünyanın bir yanından diğerine taşırken kaynattıkları ve taşırdıklarıyla yeni bir mutfak biçimi oluşturmaktalar. Bu yeni küresel mutfakta yeme-içme düsturları bir kültür kategorisine sabitlenmiş tabildot olarak değil çorbası dünyanın bir ucundan tatlısı diğerinden á la carte menüler olarak tüketiliyor. Jerome 1979 yılında yeni kentli yeme-içme düsturlarına ilişkin gerçekleştiremediği araştırmasını sonuçlandırırken yiyecek ve içecek çeşitliliğinin zenginleşmesi, yeni yaşam tarzlarının ortaya çıkışı ve toplumsal uyaranlardaki artışlara işaret ederek “günümüz Amerikan kent yaşamındaki bireysel perhiz modellerinin gelişimi”nin “klasik etnografik araştırmalar ile temsil edilmesi oldukça zor” bir hale geldiğini belirtiyor (1975: 110). Jerome’un ethnografik bir çalışma için “meydan okuma” olarak gördüğü bu zorlaşmayı kültür, kimlik ve yeme-içme düsturları gibi kategoriler arasındaki sabitlemeye ilişkin aşınmanın bir yansıması olarak düşünmek gerekir.

Bugün çeşitli malzeme repertuarlarına erişimi olan bir kimse için sabit bir kuzinel kültürden bahsetmek yerine bir dizi farkı kuzinel kültür arasında zengin bir oynama alanından bahsetmek daha doğru olacaktır. Bu nedenle, Jerome’un saptamaları Gabaccia’nın “yemek ile oynama” metaforunu çağrıştırır. “Musevi üretir Musevi tüketir” düsturundan “Musevi yemeklerinden hoşlanmak ya da pişirmek için Musevi olmak zorunda değilsin” anlayışına doğru bariz bir geçiş yaşanmıştır (Gabaccia 1998: 3-5). Moly Schuchat’in belirttiği gibi “mesele bundan böyle ‘ne yiyorsan osun’ değil ‘ne olmak istiyorsun onu yersin’dir” (alıntı Kalcik 1984: 55).

Bu ulaşılabilirliğin bir diğer sonucu “egzotik olanı deneyimle” ideolojisi “heyecan, macera, farklılık, hayata ve diğer kültürlere ilişkin yeni bir bakış açısı sağlamanın bir aracı olarak” çağdaş bireyin “çokbilmişlik ve fark”ını inşa etmesinde önemli bir işlev kazanır (Lupton 1996: 127). Diğer bir deyişle, “egzotik diğerini” yeme düsturları üzerinden deneyimlemek çağdaş kozmopolit kimliğin önemli bir yapı taşıdır. Bu çözülmeye koşut olarak yeme düsturları salt etnik, ulusal ve inançsal kimliklerin göstereni olmanın ötesinde yeni anlamlar da kazanmaktadır. Örneğin, bugün bir çok kişi “organik” ya da “adil ticaret” etiketli ürünler kuzinel tercihler verili olan kültürel, iktisadi ve siyasi sisteme karşı alternatif bir kimliğin göstereni olarak tüketmektedir (Kalcik 1984: 55).

Gurbette Kuzinel Karşılaşmalar, Türkün Suşi ile İmtihahı…

Fakat, elbetteki yeni bir şeyin ulaşılır olması doğrudan mevcut kültürel ve sosyal kodlar içerisinde eriyeceği anlamına gelmiyor. Helal ya da koşer perhizine uygun ürünler örneğinde olduğu gibi, çok kültürlü ve çok mutfaklı göçmen kentlerdeki kuzinel karşılaşmalara karşı güvenli sığınaklar oluşturuluyor. Gurbette de olsa Müslüman mahallesinde salyangoz hoş görmülmüyor. Kuzinel karşılaşmalara dair rahatsızlıkların bizdeki belki de en somut tezahürlerini Yemekteyiz programının hemen her bölümünde izlemek mümkün. Aynı kişi bir katılımcının menüsüne “Mercimek çorbası mı? Eee ne var ki bunda” diyerek içeriğin sıradanlığına dair eleştirirken bir başka katılımcının menüsünde geçen “Meksika usülü” lafzını “bizden bir şey yok muydu?” diyerek yerebiliyor örneğin. Programın her bölümünde “Türk Damak Tadı”na ilişkin kaygılar dile gelirken, kimi katılımcıların bu alandan uzak düşen tercihleri neredeyse bir çeşit ihanet olarak tartışılıyor.

Benim de böylesi ilginç bir karşılaşmayı izleme şansım oldu. Aynı üniversiteden mezun insanların Londra’da kurmuş olduğu bir derneğin aylık toplantısı ardından Japon mutfağından türetme bir restoranda buluştuk. Dernek üyeleri almış oldukları eğitime koşut olarak ya profesyonel meslek sahibi ya da yüksek lisans öğrencisi olarak bulunuyor bu ülkede. Dolayısıyla Türkiye’den yaşanan göçün ‘olağan şüphelileri’nden oldukça farklı profile sahip bir topluluk söz konusu olan. Diğer yandan, illaki iktisadi değilse de, yüksek eğitim profiline sahip üyelerin bir çoğu için bu toplantılar, illaki siyasi değilse de, yakın sosyo-kültürel kodlara sahip kimselerle sohbet etme olanağı anlamına geliyor.

Dolayısıyla, yemek ve içmek sıla hasreti giderilen bu sohbetlerin en ayrılmaz parçasını oluşturuyor. Fakat, Londra gibi çok-kültürlü, ve dolayısı ile çok-pazarlı, bir kentte ‘ne yenileceği’ sorusu aynı zamanda ‘hangi mutfağın’ seçileceği gibi bir meseleye de işaret ettiği için ‘nereye gidileceği’ne karar vermek bu toplantıların en sorunlu momentini oluşturuyor. Genellikle iki temel kaygı karar almayı zorlaştırıyor. Halen öğrenci olan üyeler için fiyatların bütçeye uygun olması anlaşılır bir önem taşıyor. Diğer yandan üyelerin bir çoğu için helal perhize uygun yiyeceklerin de bulunabileceği bir yerin seçilmesi gerekiyor. Kimi üyeler, helal perhize uygun olsa dahi afiyetlerine dokunabilir endişesiyle yeni bir kuzinel maceraya başlamak konusunda eski üyeler kadar istekli olmayabiliyor.

Deneyimli üyelerin tavsiyeleri, kaygısı olanların genel tercihle uzlaştırılması ve bu sorunlu momentin aşılmasında önemli bir rol oynuyor. Biz zengin menüde göz gezdirmeye henüz başlamışken dernek başkanının “Türk damak tadı”na uygunluğunun altını çizerek günün yemeğini tavsiye etmesi bu kuzinel vesayete işaret ediyor. “Bize yakın” yeme-içme düsturlarından uzaklaşmaya cesaret eden tabakların gece boyunca çeşitli şakalara vesile edilmesi aksi tercihlerin akibetine ilişkin ipucu veriyor. Duruma işin-doğrusu-şudur gibi bir mercekten bakıyor değilim. Uzak Doğu mutfağını tüketmiş bir batılının işkembe çorbası karşısında şaşalaması gibi her kültürden her insan benzeri karşılaşmalar karşısında kavramsal olarak neyi nereye koyacağını bilemeyebilir. Kaldı ki, neyi tüketip neyi tüketmeyeceği tümüyle kişinin kendi tercihidir.

Fakat, derneğin yönetsel meseleleri konuşulurken gündeme gelen bir konu Türklüğe dair bu vesayetin salt kuzinel olmadığına işaret ettiğinde ben de önümdeki tabaktan uzaklaşarak konuşulanlara kulak kabarttım. Dernek yöneticileri siyasi kimliğinden endişe ettikleri ya da niyetinden emin olamadıkları topluluklardan gelen e-postaları tüm üyelere yönlendirmediklerini, bir anlamda sansür uyguladıklarını söylüyordu. Derneğin kadim bir üyesi kaygısını ifade ederken kendisi için önemli tek kıstası “kuvay-i milliye sınırlarına ve cumhuriyet ideallerine saygılı olmak” biçimde tanımlayarak bu sansürün ana hatlarını çizmiş oldu. Türk damak tadına uygun olmayan bir lokmanın afiyetimize muzır olabileceğine ilişkin kaygının uygunluğundan emin olun(a)mayan bir e-postanın Türklüğümüze zeval verebilir olduğuna ilişkin çekinceyle eşleşmesi bu olağan akşam yemeğini benim için ilginç bir izlenceye dönüştürdü.

Her iki durumda da belirli çekinceler doğmasına karşın mideye ilişkin ilk durumun kapsayıcı, zihne ilişkin ikincisinin ise dışlayıcı bir biçimde çözülmüş olması önemli bir ayrıntı olarak belirtmek gerekir. Diğer bir deyişle, tanıdık olması ile tekin olmayan bir e-postanın kurumsal vücuda zerk edilmesi hoş görülmüyor ve ortalama üyelerin dimağ-tadına sunulmadan siliniyor. Fakat, ikinci durumdaysa bir tavuk yemeği tanımadık olmasıyla tekin olmayan bir mutfakta uygun bir damak-tadı arayanlara güvenli bir çözüm olabiliyor. Böylece kafa karıştırıcı bir menü kozmopolit birikimiyle güvenilir birinin kılavuzluğunda afiyete zeval vermeden deneyimlenebiliyor. Meseleye bu açıdan baktığımızda, bu kısa masa başı sohbeti damak-tadı ve dimağ-tadı olarak düşünebileceğimiz yeme-düsturları ve kimlik arasındaki ilişkiyi imlemesiyle bu makaleye vesile oluyor.

Bibliyografya

Anderson, E.N. (2005), Everyone Eats: Understanding Food and Culture, New York University Press.
Featherstone, Mike. (1990), Global Culture: An Introduction in Global Culture: Nationalism, Globalization and Modernity (ed) Mike Featherstone, London: Sage, pp. 1-14.
Gabaccia, Donna R. (1998), We are What We Eat: Ethnic Food and the Making of Americans, Harvard University Press.
Goody, Jack. (1997), “Industrial Food: Towards the Development of a World Cuisine” in Food and Culture: A Reader (eds) Carole Counihan and Penny van Esterik, New York – London: Routledge, pp. 338-369.
Harbottle, Lynn. (2000), Food for Health Food for Wealth: Ethnic and Gender Identities in British Iranian Communities, Berghahn Books.
Jerome, Norge W. (1975), “On Determining Food Patterns of Urban Dwellers in Contemporary United State Society” in Gastronomy: the Anthropology of Food and Food Habits (ed) Margaret L. Arnott, Mounton Publisher, pp. 91-11.
Kalcik, S. (1984) “Ethnic Foodways in America: Symbol and the Performance of Identity” in LK Brown; K Mussell (eds) Ethnic and Regional Foodways in the United States: The Performance of Group Identity. Knoxville: University of Tennessee Press.
Lupton, Deborah. (1996), Food, the Body and the Self, London: Sage Publication.
Zubaida, Sami. (1994), “National, Communal and Global Dimensions” in Middle Eastern Food Cultures in Culinary Cultures of the Middle East (eds) Sami Zubaida and Richard Tapper, London – New York: I.B. Tauris Publishers.