İngiltere’de ırk ve sınıf üzerine düşünceler[1]

Demet Ş. Dinler

Charles Londra’daki üniversitelerden birinin posta ofisinde çalışan 35-40 yaşlarında bir Nijeryalı. Her yıl organize ettiğim, altından kalkılması gittikçe güçleşen konferansa yaptığı cömert ve dostça yardımlara teşekkür etmek için bir akşam davet ettiğim pub’da bana tüm hayatını anlattı. Böylece onun Londra’nın gece eğitimleriyle ünlü okulunda bilgisayar programı ve tasarımı eğitimine devam ettiğini öğrenmiş oldum. Yüksek öğrenim, kendi Afrika kökenli öğrencilerimde de gözlemlediğim üzere, Charles için yaşadığı toplumda kendini kabul ettirmenin, meşru sayılmanın ve yükselmenin bir aracı haline gelmişti. Charles sadece gece üniversitesine gittiği için değil, çalıştığı kurumda yaptığı işi çok iyi yapmasıyla, bir yandan da öğrencilere ve akademisyenlere kendi görev tanımı dışında yardım etmesiyle gurur duyuyordu. Posta ofisinin önünden geçtiğimizde gülümseyişi ve sıcakkanlılığıyla günümüzü daha güzel hale getirmekle kalmıyordu Charles; öğrencilerin sorunlarını dinliyor, kurumdaki sıkıntıları gözlemliyor, arada bana iş ilanları göndermeyi de ihmal etmiyordu.

Charles, çalıştığı kurumda göçmen işçilerin örgütlenmesini sağlayan iş arkadaşının İngiliz meslektaşı tarafından haksız yere şikayet edildiğine ve işinden kovulmasına neden olmasına son derece öfkeli. Kişisel öfkesi yer yer İngilizlerin yabancılara, özellikle de Afrika kökenlilere yaptıkları ayrımcılığa karşı genel bir eleştiriye dönüyor konuşmamız boyunca. ‘Bizim onlar gibi olamayacağımızı düşünmemizi istiyorlar’ diyor. ‘Ne zaman bir suç işlense, bizlerden birinin yaptığını düşünüyorlar.’ Esprili dedikodular ve siyasi eleştiri arasında gidip gelen keyifli iki saatin sonunda otobüs durağına doğru yürürken birdenbire kulağıma eğilip, beni ürperti içerisinde bırakacak sözcükleri fısıldıyor: ‘Ama bazen de düşünmeden edemiyorum, ya gerçekten de benim halkımın kanında, doğasında bir sorun varsa?’ Charles’ın birden kararan gözlerinin içinden belki de kendi etrafında tanıdığı okula gitmeyen çocuklar, Afrika kökenli çeteler ve uyuşturucu satıcıları geçiyor o anda. Normalde ‘olur mu öyle şey?’ diye itiraz refleksi veririm elbet, Ama o sırada yanıt bile veremeyecek hale geliyorum. Irkçılık üzerine en yenilikçi çalışmalara imza atmış tutkulu Manuela (Bojadziev) ‘What is the sound of anti-racism?’ başlıklı bir proje yapmıştı Londra’da. Yanıtlanması ne kadar da zor bir soru diye düşünmüştüm. Ama şimdi mesela ‘ırkçılık karşıtlığının sesinin’ benim o gün Charles’ın sorusuna ‘hayır’ diye bağırarak yanıt vermesi gereken (ama ürküp hareketsiz kalan) sesimde olduğunu düşünüyorum.

Alan çalışmamda Kürt ve Türk işçilerle yoğun olarak çalışmaya başlamadan önce ırkçılık, Türkiye’de okuduğum, ama doğrudan çok fazla kafa yormadığım bir kavramdı. Ingiltere’ye ilk geldiğim zaman korumalı yurt ortamındayken rastladığım, Afgan bir üniversite öğrencisinin beyaz ingiliz lise öğrencileri tarafından dövülerek felç edildiği haberinden başlayıp, yaşadığım farklı mahallelerde deneyimlediğim doğrudan olaylara kadar zorunlu olarak bu konuda düşünmem gerekti; göçmen işçilerin örgütlenme sürecinde de kısmen yer alma şansım oldu. Ama yaşadığım deneyimlerin hiç biri Charles’ın sözleri kadar çarpmamıştı beni. Yoksa ırkçılığı sadece ben ve öteki arasındaki kavgada değil, ben’in ta derinliklerinde, öteki’ni (burada bilinçli olarak ötekini başlangıçta ötekileştiren taraf yerine kullanıyorum) içselleştiren ben’de arayarak kazımak mı gerekiyordu? Irkçılığın bana en acı veren hali, Charles’ın hakim söylemin doğru olabileceği ve bu doğruluk ihtimaline karşı kendisinin farklı olduğunu ispatlamaya çalışan bir varoluş halindeydi belki; ama elbette bundan Charles’ı sorumlu tutamam.

Soğukkanlılıkla düşündüğümüzde Charles’ın bedenine kazanmış ‘ırk yarası’, 1969’da Sennett ve Cobb’un yaptığı çalışmalarda ortaya çıkan, işçi sınıfı üyelerinin sınıf deneyimlerini son derece kişisel yaşamaları ve bir sorun yaşadıklarında bunu kendi yetersizliklerine bağlamalarını hatırlatıyor (ki çok yakın zamanlı bir çalışmada Ebru Işıklı benzer bir yetersizlik duygusunu Türkiye’deki ofis çalışanları örneğinde gösteriyor). O halde genel bir insanlık durumunun parçası olarak Charles’ın hissiyatını ele almamız gerekiyor. Hakim ideoloji/sınıflarla tabi olanların ortak bir düşünsel evrende yaşamlarını anlamlandırdıkları yönündeki Bakhtinci argümanı hatırlarsak eğer,  tabi olanların hakim ideolojinin savunduğu değerleri yönetenlere karşı taleplerini formüle ederken pragmatik bir silah olarak kullanmaları beklenir bir durumdur.[2] O halde bu değerlerin beklenmedik yan etkileri olması da (Charles’ın gerçekten de kendi kanında bir sorun olmasını düşünmesi gibi) çok anormal gözükmemelidir.

Irkçılıkla mücadele etmek için ırkın aslında bir ‘toplumsal inşa’ olduğunu söylemek de yetmiyor. Zaten oldum olası sosyal konstrüktivizimle aram pek hoş olmamıştır (Bu konuda dehşet kafa açıcı bir blog için www.larvalsubjects.wordpress.com’a bakmanızı şiddetle tavsiye ederim). Irkçılık o kadar fazla toplumsal sorunun, gündelik yaşam deneyiminin, yüzyüze ilişkilerde yaşanan gerilimlerin, bireysel çelişkilere anlam verme çabasının içerisine sızmış, tüm bu olguların tezahür etme biçimlerinin parçası olmuş ki…Bu anlamda göçmenlik meselesinin hiç de ‘sadece ırk’tan ibaret olmadığını’ Londra’daki gündelik yaşamın içerisindeki sayısız göçmenlik konuşmalarından takip etmek mümkün. Örneğin British Gas’a bağlı çalışan ve kombiyi tamir etmeye gelen doğalgaz teknisyeni, ailesi 50 yıl önce İngiltere’ye göç etmiş Kenyalı Alex size yeni göçmenler geldiğinden beri bu ülkenin eskisi gibi olmadığından yakınır. Kendisinin de bir göçmen olduğunu hatırlatmak ne kadar ‘politically correct’ olacaktır? Ya da Leicester Square metro istasyonunun çıkışındaki İngiliz orta alt sınıf Evening Standard satıcısı Hintli arkadaşına ‘there are some people in this country’ diye başlayan ve Doğu Avrupalıların nasıl da gelip sıkıntı verdiğinden dert yanacaktır. Hintli arkadaş ise baş sallayacaktır.

Yıllar önce çocuk bakıcısı olarak çalıştığım bir güney Londra evinde tanıştığım İngiliz bahçıvanın kendisinin yarı fiyatına çalışan Polonyalı bahçıvanlara duyduğu öfkeye çok şaşırmamıştım: ‘Geliyorlar, vergi ödemiyorlar, aileleriyle bir göz odada yaşıyorlar, elbette ki düşük fiyata iş yapıyorlar, benim ödemem gereken vergiler, ev ipoteği ve geçindirmem gereken bir ailem var sayın bayan öyle değil mi?’ İngiliz zenginleri ve işverenleri ise kendilerini, Joseph Rowntree Vakfı’nın AB üyeliği sonrası Doğu Avrupalı göçmenlerle ilgili yaptırdığı araştırma raporunda ortaya çıktığı üzere ‘İngiliz işçilerin tembel, Polonyalıların ise çok çalışkan olduğu’ gerekçesiyle savunacaklardır. Ancak yukarıdaki örneklerde artık kendini bu ülkenin vatandaşı sayan eski göçmenlerin yeni gelenlere duyduğu tepkiye ne demeli? Elbette Kenyalı ya da Hintli işçilerin İngilizlerle yaptığı sessiz ittifakın altındaki zeminin kayganlığının birden kendini ele verdiği durumlar olacaktır: This is England filminde dazlaklar grubuna dahil olan siyah Milky’nin ırkçılığı artık uç noktaya götürmüş parti üyesi tarafından ölesiye dövülmesi gibi (http://en.wikipedia.org/wiki/This_Is_England).

Sonra bir gün, gündelik yaşamda sık görülen ırkçı homurdanmalar ve ayrımcılığın enformel olarak yeniden üretildiği ayrıştırılmış pub’lar dışında pek de ırkçılıkla bir sıkıntısı yokmuş gibi davranan, hatta Fransa’daki getto ayaklanmalarının kendi topraklarında olmamasını göçmenler konusundaki liberal politikasına bağlayan İngiltere, İngiliz Ulusalcı Parti’sinin (BNP) yerel seçimlerde aldığı oy oranına şaşıp kalacaktır. Sosyalist İşçilerin Partisi (SWP) telaşla halkı faşizm karşıtı gösterilere çağıracak ve BNP’nin nasıl bir çalışma sonucunda, hangi sorunlara parmak basarak bu noktaya geldiği konusunda çok da doyurucu bir yanıt sunma zahmetine girmeyecektir. Oysa bu ülkede, benim yazdığım gözlem yazısına asla sığmayacak denli çetrefilli, zahmetli ve emek verilmesi gereken bir konu ırk, göçmenlik ve sınıf meselesi. Bir gün sermayenin ucuz emeği olarak hoşgörülen, İngilizlerin yapmak istemediği işlerde canla başla çalışan, ertesi gün yeni toplumsal kontrol araçlarının gözetimine maruz kalan ve sorgusuz sualsiz gözaltı merkezlerine tıkılan[3] ve apar topar ülke dışına atılan, Trafalgar Meydanı’nda belediyenin düzenlediği festivaldeki Hint yemeklerini yedikçe liberal çokkültürlülüğe katkı sunan, ama çoğu zaman Trafalgar Meydanı’na gelecek bilet parası olmayan kişilerden sözediyoruz. Ama asla salt kurban da değiller: London Living Wage kampanyasının ilham verici militanları, sendikalarda işlerini kaybetme pahasına örgütlenme çalışması yapan öncü işçiler aynı zamanda göçmenler (Londra’nın farklı bölgelerinde  mafyalaşan ve ‘kendi insanlarını’, yüksek aracı komisyonları ve son derece düşük ücretler gibi araçlarla sömüren grupları bu listenin dışında tutuyorum elbette).

İngiltere’den ayrılmadan önce benim öğrencilik ve çalışma durumumu da tehdit eden yeni göçmenlik düzenlemeleri regülasyonları uygulamaya konmuştu. Bu düzenlemelere karşı üyesi olduğum sendika UCU mücadele etmeye çalışıyordu. Düzenlemelerin inanılmaz derecede ayrıntılandırılmış, üniversite öğretmenlerini ve idari görevlilerini yabancı öğrencilerini ihbar etmeye kadar götürebilecek kuralları kuşkusuz korkutucudur. Ama daha korkutucu olan formel regülasyonlardan ziyade, göçmenlik bürosunun kendisine verilen yetkileri pratikte ne zaman ne şekilde kullandığının hem siyasi hem de ucu açık olarak şekillenmesidir.

Evet, İngiltere’deki tablo gittikçe daha fazla karanlıklaşıyor. Ama bu karanlık resimde, bastırılması çok zor sesler de var. Örgütlenmenin sadece gerekliliğini görmüş değil, hazzını da yaşamış göçmen işçi için, yıllarca sıkıcı raporlar hazırlamak zorunda kalmış ama saha çalışmasında göçmenlerin gerçek hikayelerini toplamanın ve aktivizmin heyecanına kapılmış akademisyen için geriye dönüş artık çok zordur. İşte bu nedenle kapitalizmin ilk uğrak yeri olsa da bana nedense yıkılacağı son yer gibi gözüken; dipteki bütün çelişkilerine rağmen görünür kamusal ortamda sürekli bir çelişkisizlik hissi veren; sınıf kavramının bir zamanlar yanında çalıştığım, Lordlar Kamararı üyesi Yorkshire’lı Lord Best’in ingilizce sözcüklerimin telaffuzunu düzeltişinde vücut bulduğu; öğretmenlerin ancak ev satın alamadıkları için gösteri örgütleyebildikleri, bu pek de radikal olmayan eyleme karşı saygın medya kuruluşlarının ‘aslında aldıkları ücret de hiç az değil canım, Londra’da evler pahalı sadece’ diye yanıt verdikleri; yakın dönemde üniversitelerde bölümleri kapamaya, profesörleri işten atmaya başladıkları için gerçekleşen üniversite işgalleri sayesinde ‘sonunda bu memlekette bir şeyler oluyor’ duygusunu yaşatan kutsal İngiliz topraklarında umut varsa varsa şuralarda var:

Metro işçilerini örgütleyen ve Londra çapında bir kahraman olmuş Sara’nın School of Oriental and African Studies’de (SOAS) düzenlenen Göç Konferansı’ndaki hafif titrek ama kararlı ve inançlı sesinde; onlarca işçinin sendikalı olmasını ve saatlik ücretlerinin 7.5 pounda çıkmasını sağladıktan sonra kendi işini kaybeden ama yine de etrafındakilere cesaret veren ve mücadeleye devam eden Alejandro’nun gözlerinde; ‘aslında ırk farklılığının örgütlenmenin önünde bir engel olduğunu söylüyorlar, ama biz limanda çalışıyoruz ve farklı ülkelerden gelen arkadaşlarla ortak sorunlarımız olduğunu gördükçe daha fazla birlikte hareket etmeye başlıyoruz’ diyen göçmen işçinin dezavantajları fırsata çevirme önerisinde;  benim de üyesi olduğum radikal akademisyen ve sendikacı ağı Critical Labour Studies toplantısında söz alan ve ‘artık pozitivist saçmalıkları ve resmi kurumların bizden beklediği göçmenlikle ilgili niceliksel bilgileri bir tarafa atalım; öğrencilerimizle undercover etnografik çalışmalar yapalım’ diyen İngiliz akademisyenin başkaldırışında var.[4] Şu an bunlar sadece yerel deneyimlerin, kişisel çabaların sesi olabilir. Acaba bugünün küçük kahramanlık öyküleri yarının radikal eylemliliğin sessiz birikimi haline dönüşebilecek midir?

Kaynaklar

Işıklı, E. (2010) ‘Ofis Çalışanlarının Yalnızlığı’, Sınıftan Sınıfa içinde, der. A. Buğra, İstanbul: İletişim.

Sennett, R. ve J. Cobb (1972) Hidden Injuries of Class, Knopf.

Steinberg, M. (1999) ‘Talk and Back Talk of Collective Action, A Dialogic Analysis of Repertoires of Discourse in Nineteenth Century English Cotton Spinners’, American Journal of Sociology, 105 (3).

Thompson, E. P. (2006) ‘18. Yüzyılda İngiliz Halkının Ahlaki Ekonomisi’, Avam ve Görenek içinde, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: Birikim.


[1] Bu yazıya konu olan kişilerin isimleri değiştirilmiştir.

[2] Örneğin Steinberg (1999) ondokuzuncu yüzyılda tekstil sektöründe çalışan işçilerin klasik ekonomi politiğin dilinin içerisinden adil ücret taleplerini formüle ettiklerini anlatır. Bu, bir yüzyıl önceki, E. P. Thompson’un (2006) anlattığı ahlaki ekonomi dilinden farklılaşmaktadır. Kolonilerde de ilk mücadelelerde Afrikalı işçiler emperyalistlere benzer mesajlar vermektedirler: ‘Eğer bizi çalıştıracaksınız o zaman bu çalışmanın karşılığı olan ücret ve barınma hakkını da vermek zorundasınız.’

[3] Benim doğrudan şahit olduğum olay çalıştığım üniversitede Haziran 2009’da dokuz Latin Amerikalı temizlik işçisinin Immigration Office tarafından, taşeron temizlik firmasıyla işbirliği içerisinde apar topar götürülmesi ve bunlardan yedisinin sınırdışı edilmesidir. Bunun üzerine başlattığımız üniversite işgaline dair sözel ve görsel belgeler için bkz. http://freesoascleaners.blogspot.com/ Bu işgal sırasında yeni iletişim teknolojilerini örgütlenme amacı için kullanma ustası, daha sonra da Londra Üniversiteleri Öğrenci Birliği’nin başkanlığına seçilen Clare Salomon’un rolü çok önemliydi.

[4] Bu seslerin yanına gönülsüzce de olsa yeni üye kazanmanın ve büyümenin yolunun göçmen işçilerden geçtiğini farketmeye başlayan sendikaların, daha iyi kontrol ve düzenleme rejimleri için göçmenlerin bilgisine ihtiyaç duyan araştırma kurumlarının pragmatizmini de ekleyelim.