Sosyal Hareketler ve Politikalar


Diaspora’da Doğan Umut: Wcylef Jean.

Minor Hopes - BCZ 2010

Minor Hope - BCZ 2010

12 Ocak tarihinde yaşanan büyük depremle dünya gündemine gelen Haiti, Amerika’da yaşayan Haitili müzisyen Wyclef Jean’in (W.J.) 28 Kasım’da yapılacak seçimlerde bu küçük Karayip devletini yönetmeye aday olduğunu açıklamasıyla birlikte yeniden uluslararası medyanın odağı oldu. Time Dergisi’nin “halkını yoksulluk ve yolsuzluk cenderesinden kurtarmak üzere yola çıkan bir modern zamanlar Musası” olarak tanıttığı, Birlikte Yaşam Partisi lideri W.J.’nin göçmen-anavatan dayanışmasını çağıran “Yüz Yüze: Hep Birlikte Yapmalıyız” kampanyası diasporanın siyasal etkinliğine ilişkin özgün bir örnek sunuyor. Bu yazı içerisinde, göç-çalışmaları yazınında 1990’lardan bu yana önemli bir yer tutmaya başlayan bu bağa ilişkin kuramsal bir tartışma yerine W.J.’nin kişisel ve Haiti’nin ulusal biyografileri özelinde bu özgünlüğün anlaşılması açısından önemli olan uzun bir tarihsel arkaplan değerlendirilecektir.

Diaspora’nın Yetenekli Veledi…

1972 yılında Hıristiyan bir vaizin oğlu olarak Haiti’de dünyaya gelen W.J. dokuz yaşında ailesiyle birlikte New York’a göç ediyor. Müziğe olan ilgisini Berklee Müzik Koleji’ne taşıdıktan sonra 1990’ların The Fugees[1] topluluğuyla birlikte ilk önemli çıkışını yapıyor. Soul, hip-hop ve ragge gibi sömürgecilik tarihinin derinlerinden yankılanan müzik biçimleriyle geleneksel Haiti ritimlerini birleştiren topluluk göçmenliğe ilişkin duyarlı bir çizgi takip ediyor.[2] Haiti kimliğinin fena halde damgalandığı 1980’lerde Amerikan vatandaşlığına geçip Haiti pasaportunu yakmayacak kadar kimliğine sahip çıkan W.J.’nin bu çizginin izlenmesinde önemli bir rolü var.

Müzik kariyerinde doygunluğa eriştiği 2000’li yıllarda anavatana yönelik sosyal sorumluluk projelerine yönelen W.J.’nin 2005 yılında kurduğu Yéle Haiti (Haiti Özgürlük Çığlığı) vakfı anavatandaki binlerce gence eğitim bursu sağlıyor. 2007 yılında ülkeyi vuran Jeanna Kasırgası’nın yaralarını sarmak üzere etkinlik alanını genişleten W.J., 2007 yılında ülkenin uluslararası konumunu iyileştirmek üzere Haiti’nin iyi-niyet elçisi olarak görevlendiriliyor. Ocak ayında yaşanan depremle birlikte genç kuşaklar ve diasporanın erişimine kapalı, yolsuzluklara boğulmuş anavatan siyasetine doğrudan katılma kararı alıyor.

Afrika kadar Kara bir Coğrafya: Karayipler.

Coğrafi bir terim olan Karayip Havzası, Kuzey ile Güney Amerika kıtaları ve Meksika Körfezi ile Atlas Okyanusu arasında kalan, irili ufaklı 7 bin adayı kapsayan 24 ülkeyi içine alan bölgenin ismidir. Bermuda Şeytan Üçgeni’ni içeren bölgenin Avrupa, Afrika ve Amerika üçgeninde gelişen keşifler, sömürgecilik ve köle ticareti üçgeninin tam ortasında yer alması “Karayip” ismini derin bir tarihsel çerçeve içerisinden siyasal göndermelerle yüklü bir kavrama dönüştürüyor. Amerika kıtasının en fakir ülkelerinden biri olan Haiti, havzanın Küba’dan sonra ikinci büyük adası olan Hispaniola’yı Dominik Cumhuriyeti ile birlikte paylaşıyor.

5 Aralık 1492 yılında Kolomb tarafından keşfedilen Ada, şeker kamışı plantasyonu olarak sömürgeleştirildikten sonra yüzyıllar boyu Fransız, İspanyol ve Britanya sömürgeci güçleri arasında süren mücadelelerin ortasında kalır. 18. Yüzyıl sonunda bir kaç devrim girişimde bulunan Adalılar, Fransız Devrimi’ni bölgeye taşır ve 1 Ocak 1804’de bağımsızlıklarını ilan ederek tarihe ilk siyahi devleti[3] hediye ederler. Yerel dillerde toprak-ana anlamına gelen Ayiti ismini alan devlet 1815’de Simon Bolivar’ın İspanya’ya karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini destekler ve Amerika’da süren kölelikten kaçan binlerce Afrikalı’ya sığınak olur. Gelişmelerden rahatsız olan Fransa 1825 tarihinde, 19. yüzyılın Küba’sı, Haiti’yi işgal eder.

20 yüzyılın başlarında ise Ada’da süregiden siyasi çalkantılardan tedirgin olan Fransa, Almanya, Amerika ve İngiltere bu bağımsız ülkeye yatırım yapan işadamları ve çıkarlarını korumak üzere 1914 tarihinde Ada’ya ortak bir müdahalede bulunurlar. Ada, 1915 – 1934 yılları arasında süren, 3 bin Haitilinin hayatını kaybettiği fiili bir işgal süreci arından Haiti ve Dominik Cumhuriyeti olarak ikiye bölünür. Amerika’nın çekilmesiyle birlikte yeni çizilen sınır boyunda 3 gün süren bir iç-savaş yaşanır ve 20 bin Adalı bu çatışmalarda hayatını kaybeder.

Ada, doktor-baba lakabıyla anılan François Duvalier’in başkan seçildiği 1957 yılına kadar bir dizi kanlı darbeye daha sahne olur. Doktor-baba’nın umutlu gelişi kendisini ömür boyu başkan ilan etmesiyle birlikte kararır. 1971 yılında ölümü ardından yönetimi devralan oğlu Jean-Claude, doktor-bebe, 1986 tarihinde yoğunlaşan gösterilerle birlikte adayı terk etmek zorunda kalana kadar 30 bin kişiyi meçhule kurban eden kanlı rejimin başkanlığını yapar. 1987 – 1990 tarihleri arasında bir tür ara rejim yaşayan Haiti 1990’da Jean-Bertrand Aristide’nin başbakan seçilmesiyle yeni bir dönemin kapılarını aralar. Fakat, 1991 yılında baş gösteren siyasal krizle birlikte Aristide Amerika’ya sığınmak zorunda kalır. 1994 yılında Birleşmiş Milletler’in[4] müdahalesiyle normalleşen Ada’ya dönen Aristide ülkenin yönetimine geçer. 2000 yılında yapılan ve muhalefetin boykot ettiği seçimlerde oyların %92’sini alarak yeniden seçilir. Fakat 2004’de Haiti’nin kuzeyinde çıkan bir isyan sonucu adayı tekrar terketmek zorunda kalır.

Literatür Yazan Göçmenler.[5]

12 Ocak tarihinde ardında 230 bin ölü bırakan depremin hemen ardından kaleme aldığı “Haiti Dersi” başlıklı bildiride, Fidel Castro’nun bize hatırlattığı üzere bölgenin ve Ada’nın dünya tarihindeki yeri bu denli derin. Bu derinliği Afrika’dan başlayıp Kuzey Amerika’da son bulan uzun ve henüz tamamlanmamış bir göç tarihi olarak okumak da mümkün. Nitekim, Afro-Karayip kavramı sosyal bilimler açısından önemli bir mefhum. Sonradan Kenya’nın ilk cumhurbaşkanı olan Jome Kenyatta ile başlayan ve günümüzde Stuart Hall ve Paul Gilroy’a kadar gelen köklü bir Afro-Karayip entellektüelizmine “anavatanlık” eden bölge, modern diaspora ve ulus-aşırı yazının doğuşuna da beşiklik eder. Çağdaş göç çalışmalarının yeni çerçevesini çizen “New York Şehrinde Karayip Yaşamı” (Elsa M. Chaney – 1987), “Çözülmüş Uluslar” (Nina Glick-Schiller et. al – 1994) ve “Ulus-aşırı Köy” (Peggy Levitt – 2001) gibi gibi çalışmalar yüzyıllardır üç kıta arasında gidip gelen Karayipli göçmenlerin tahayyül ve edimlerinin göç-çalışmaları yazınında yankılanmalarıdır.

Haiti: Sömürgecilikten Göçmenlik Mücadelesine.

Duvalier rejiminin başladığı 1960’larda Ada’yı terkeden orta-sınıf eğitimli kesimleri takiben rejimin sıkılaştığı 1970’lere doğru köylü ve vasıfsız göçmenler de denizlere düşer. Ada’nın demir bir yumrukla yönetildiği 1970’lerde ise bulabildikleri her imkanla Ada’yı terketmeye çalışan Haitililer tekne-insanları olarak Florida sahillerine vurmaya başlar. Bu imaj ada nüfusunun en önemli sorunlarının başında gelen AIDS hastalığıyla birleşerek 1980’lerde güçlü bir dıştalayıcı stigma olarak işlevselleşir. New York Şehri Halk Sağlığı Birimi 1982 tarihinde aldığı bir kararla “Haiti” kimlik kategorisini “Homoseksüel”, “Hemofili” ve “Eroin Bağımlıları” ile birlikte “doğal olarak AIDS taşıma riski yüksek” gruplardan biri olarak tanımlar (4-H Klubü). Böylelikle, tarihte ilk defa bir ulusal kimlik bir hastalıkla damgalanmış olur.

Bu dıştalamanın karşı-tepkisini yaratması uzun sürmez. Haitili göçmenler hızla siyasallaşarak diasporalaşır.[6] Örgütlenen göçmenler mücadelelerini 17 Ekim tarihini “Haiti Dayanışma Günü” ilan ederek duyurur. 1985 tarihinde New York’ta ilk “Haiti Kültür Haftası” düzenlenir ve dayanışma için ortak bir deklarasyon yayınlanır. Örgütlenme kısa sürede eyleme dönüşür. Şubat 1986 tarihinde 25,000 Haitili “Amerika! Haiti’den elini çek” sloganlarıyla Brooklyn sokaklarına dökülür. 1990 yılında ise tarihin ilk ulus-aşırı gösterisinde New York ve Port-au-Prince sokaklarına aynı anda çıkan binlerce insan kimliklerinin “doğal HIV virüsü taşıyıcısı” olarak damgalanmasını protesto eder.

Diaspora’nın Anavatan Mücadelesi.

Bu siyasallaşmanın anavatanda yankılanması geçikmez. Duvalier Rejimi göçmen-karşıtı milliyetçi bir söylem içerisinden yurtdışında yaşayan Haitilileri ülkelerinden kaçmış, güvenilmez ve ahlaki olarak yoz insanlar olarak damgalar. Rejim korkusunda haklıdır. 1980’lerden bu yana rejime karşı mücadele eden Aristide 1985 yılında göçmenleri anavatanda süren mücadeleye katılmaya çağırmıştır. Kuşkusuz, göçmenlerin ülke ekonomisine olan katkısı[7] ve Amerika gibi bölge politikaları açısından önemli bir ülkedeki lobi gücü[8] Aristide’nin 1990 seçimlerinde onbir parti arasından %67 gibi yüksek bir oy alabilmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Diasporayla ilişkilerini pekiştirmek isteyen Aristide, iktidara geldiği 1991 yılında Yurtdışında Yaşayan Haitililer Bakanlığı kurmuş ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Haiti Başbakanı olarak yaptığı konuşmada göçmenleri “benim insanlarım” diye selamlayarak destekleri için teşekkür etmişti. Seçim sonrası çalkantılı dönemi Amerika’da geçirdikten sonra ülkeye dönüşünde diasporayı Haiti’nin 10.  İdari Bölgesi ilan etmesi ise dünya tarihinin ilklerinden biri olarak alansızlaşmış ulus-devlet kavramının geliştirilmesinde önemli bir model olmuştur.

Diaspora’da Doğan Umut: Wcylef Jean.

İşte W.J.’nin yönetmeye aday olduğu ülkenin böyle bir tarihi var. Fakat, belirtmek gerekir ki, bu ulus-aşırı adaylık hem anavatan hem de diasporayı huzursuz etmiş durumda. Yıllardır diasporada siyaset yapan göçmen liderler W.J.’nin deneyimsizliğine işaret ederek kurtlar sofrası olan anavatan siyasetinde giriştiği maceranın kısa süreli olacağını söylerken, anavatanın siyasi seçkinleri ise W.J.’nin aday olabilmek için gerekli kıstasları yerine getirmediğini iddia ederek adaylığına kaş çatıyorlar.

W.J. El-Cezire’ye verdiği mülakatta başkanlık için neden doğru kişi olduğunu Aristide’nin halkın geniş desteğiyle yönetime gelmiş olmasına rağmen iktidarda bulunduğu dönem içerisinde ülkenin en temel sorunları açısından hiç bir iyileşme sağlanamadığına vurgu yaparak açıklıyor. İyi niyet elçilisi olarak ülkesini uluslararası platformlarda başarıyla temsil ettiğini hatırlatan W.F., amacının günde bir dolardan düşük bir ücretle çalışmak zorunda kalan, eğitimden mahrum Haitililerin 200 yıldır değişmeyen kaderini 21. yüzyıla taşımak olduğunu söylüyor. Başkanlık ettiği vakfın Ocak Depremi’nin yaralarını sarmak için kısa sürede 9 milyon dolar gibi bir yardım topladığını işaret ederek Haiti’nin ihtiyaç duyduğu tek şeyin ülkeyi uluslararası düzlemde doğru temsil edebilecek bir insan olduğuna inanıyor. Müziğiyle her zaman siyasetin içinde olduğunu belirterek ülkeye yıllık 2 milyar dolar girdi sağlayan diasporanın bu paranın nasıl harcandığıyla ilgili söz sahibi olması gerektiğini söylüyor. Ada’nın resmi dilleri Fransızca ve Kreol’e tam hakim olmayan W.J., ülke nüfusunun yarıdan fazlası oluşturan gençlere ulaşmakta bir sorunu yaşayacağını düşünmüyor.

Yeni dünyaları mesken tutan göçmenlerin yüzleri anavatana dönük halleri son yüzyıldır sosyal bilim çalışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu halleri yeni-evlerinde bir tür toplumsal-kültürel sapkınlık olarak algılanan göçmenlerin anavatanla olan ilişikliği eski-evlerinde de pek hoş karşılanmaz. Diğer yandan, modern siyasal kartografinin keskin sınırlarla çerçevelediği dünyamızda göçmenlerin iki ülke bir okyanus arası halleri mevcut kuramsal çerçeve ve yöntemsel araçlarla açısından da bir sorun teşkil etmektedir. Bu çerçeveden baktığımızda, W.J.’nin adaylığı tüm bu tartışmaların billurlaştığı paradigmatik bir vaka[9] olarak diasporanın anavatan siyasetine etkisi konu başlığında derslerde işlenmesi gerekli bir örnek sunuyor. Göç çalışmalarında literatür yazan Karayip Havzası yeni yüzyılda da önemini koruyacak gibi gözüküyor.


[1] Topluluk ismini İngilizce mülteci anlamına gelen “refugee” kelimesinden alıyor.

[2] Topluluğun özellike Gone Till November ve Sweetest Girl parçaları göçmenlikten kaynaklı dertleri saza söze taşıyor. W.J. 2006 tarihinde doldurduğu “Eğer Başbakan Olsaydım” parçası ise müzisyenin kişisel siyasal çizgisine ilişkin güzel bir örnek sunuyor: “Eğer başkan olsaydım… Cuma seçilir, Cumartesi suikasta uğrar ve Pazar gömülürdüm. Yaşlı bir adam dedi ki, milyarları savaşa harcamak yerine, gettoda kullana biliriz bu parayı. Biliyorum bazıları çok fakir. Yağmur yağdığında yıkanırlar anca… Ama radyolar bunu çalmaz. İsyan müziği derler. Nasıl geri çevirirsin. Musa’nın çocuklarını?… Eğer başkan olsaydım… Çocuklara Gerçeği söyleyin. Amerika’yı Kolomb keşfetmedi. Onlara Martin Luther King’den bahsedin. Gerçeği söyleyin. Kennedy’den bahsedin…”. http://www.youtube.com/watch?v=9pq_3OheqzU.

[3] İlk siyahi devlet kavramı kimilerimiz için rahatsız edici bir biçimde tınlıyor olabilir. Siyahi olarak çevirmeyi tercih ettiğim “black” ön-adı göç ve diaspora yazınında yaygınca kullanınan bir betimleme sıfatı. Buradaki kullanımın, siyahi toplumların daha önce devletleşememiş oldukları gibi oldukça Avrupa-merkezli bir yan-anlama da kapı aralar olmakla sorunludur. Fakat, tam da bu nedenle sahip olduğumuz kavramsal çerçevelerin açı-sorununu teşhir eder olmasıyla önemlidir. Diğer yandan, kavram, Fransız Devrimi’ni Avrupa dışına taşınmasında önemli bir rol oynayan Haiti’nin sömürge coğrafyasının tam ortasına bir devrimle diktiği bağımsızlık bayrağını selamlamaktadır.

[4] Birleşmiş Milletler’e bağlı uluslararası bir barış gücü (MINUSTAH) 1990 tarihinden bu yana Ada’da bulunmaktadır.

[5] Literatür Yazan Göçmen kavramını iki yönlü olarak kullanmaktayım. Kullanımım, öncelikle, Haiti’nin sömürge-karşıtı mücadele tarihindeki yeri bağlamında “tarih-yazan” bir ülke olmasına göndermeyle göç-çalışmaları tarihinde sahip olduğu özgün yere işaret eder. Diğer yandan, Görkem Dağdelen’in Göçebe Yazılar’da yayınlanan “Akademisyen ve Göçmenleri” başlıklı yazısında çizdiği kuramsal çerçeve içerisinden, bu tercihimle göçmenlerin göç-çalışmaları yazınında nesneleştiriliyor olmasına karşı bir tavır alıyorum. Özellikle, ilk kuşak ulus-aşırı yazında çokca kullanılan anekdot biçimli aktarımlarına hakim olan şaşkınlığına rağmen betimlenenlerin göçmenlerin gündelik yaşamında tüm kendiliğindenliği ve olağanlığıyla yaşanır olması gerçekte bu şaşkın-araştırmacı tipini konu ettikleri edimlerin nesnesine dönüştürmektedir. Yazındaki bu tarihsel karakterin önümüzdeki dönemde çokca maskara edileceğini ön-görmek önemli bir kehanet olmaz sanıyorum.

[6] Kavramsal bir tartışma başlığı olarak “göçmen” ve “diaspora” kavramlarının eş-içerikte olmadığını not etmek isterim. Bu noktada, her göçmen topluluk diaspora olamayacağı gibi bir göçmen toplumun göçmenlik sürecinin bir noktasında diasporalaşması söz konusu olabilir. Elbette ki, diasporalaşmanın sönmesinin de mümkün olması gibi.

[7] 2008 yılında Haiti’nin Gayri Safi Milli Hasılası’nın %20’sini göçmen dövizleri oluşturmaktadır. Haiti dünya göçmen döviz girdisi sıralamasında 10. sırada yer alırken ilk 15 ülke arasında üç Karayip ülkesi daha yer alıyor: Jamaika, El Salvador ve Honduras.

[8] Diaspora’da örgütlenen Lavalas (Tufan) hareketi bu süreçte önemli bir rol oynamıştır.

[9] Clifford Geertz’den doğru kullandığım paradigmatik vaka (paradigmatic event) kavramı, kendisinin Bali Horoz Dövüşü üzerine yaptığı inceleme çerçevesinde yazına kazanılmıştır. Horoz dövüşü gibi belirli bir vakanın, belirli bir topluluğun gerçekliği nasıl algıladığını ve bu tarihsel tahayyül çerçevesinde yapıp-ettiklerini nasıl kavramsallaştırdığına ilişkin bir kesit sunuyor olmasına işaret eder. Diğer bir deyişle, paradigmatik bir vaka olan geleneksel Horoz Düvüşü’nü Bali toplumunun toplumsal örgütlenme ve kültürel yapısının incelenmesinde temel bir olgu olarak ele almak ve incelemeyi bu olgu üzerinden sürdürmek mümkündür.

İngiltere’de ırk ve sınıf üzerine düşünceler[1]

Demet Ş. Dinler

Charles Londra’daki üniversitelerden birinin posta ofisinde çalışan 35-40 yaşlarında bir Nijeryalı. Her yıl organize ettiğim, altından kalkılması gittikçe güçleşen konferansa yaptığı cömert ve dostça yardımlara teşekkür etmek için bir akşam davet ettiğim pub’da bana tüm hayatını anlattı. Böylece onun Londra’nın gece eğitimleriyle ünlü okulunda bilgisayar programı ve tasarımı eğitimine devam ettiğini öğrenmiş oldum. Yüksek öğrenim, kendi Afrika kökenli öğrencilerimde de gözlemlediğim üzere, Charles için yaşadığı toplumda kendini kabul ettirmenin, meşru sayılmanın ve yükselmenin bir aracı haline gelmişti. Charles sadece gece üniversitesine gittiği için değil, çalıştığı kurumda yaptığı işi çok iyi yapmasıyla, bir yandan da öğrencilere ve akademisyenlere kendi görev tanımı dışında yardım etmesiyle gurur duyuyordu. Posta ofisinin önünden geçtiğimizde gülümseyişi ve sıcakkanlılığıyla günümüzü daha güzel hale getirmekle kalmıyordu Charles; öğrencilerin sorunlarını dinliyor, kurumdaki sıkıntıları gözlemliyor, arada bana iş ilanları göndermeyi de ihmal etmiyordu.

Charles, çalıştığı kurumda göçmen işçilerin örgütlenmesini sağlayan iş arkadaşının İngiliz meslektaşı tarafından haksız yere şikayet edildiğine ve işinden kovulmasına neden olmasına son derece öfkeli. Kişisel öfkesi yer yer İngilizlerin yabancılara, özellikle de Afrika kökenlilere yaptıkları ayrımcılığa karşı genel bir eleştiriye dönüyor konuşmamız boyunca. ‘Bizim onlar gibi olamayacağımızı düşünmemizi istiyorlar’ diyor. ‘Ne zaman bir suç işlense, bizlerden birinin yaptığını düşünüyorlar.’ Esprili dedikodular ve siyasi eleştiri arasında gidip gelen keyifli iki saatin sonunda otobüs durağına doğru yürürken birdenbire kulağıma eğilip, beni ürperti içerisinde bırakacak sözcükleri fısıldıyor: ‘Ama bazen de düşünmeden edemiyorum, ya gerçekten de benim halkımın kanında, doğasında bir sorun varsa?’ Charles’ın birden kararan gözlerinin içinden belki de kendi etrafında tanıdığı okula gitmeyen çocuklar, Afrika kökenli çeteler ve uyuşturucu satıcıları geçiyor o anda. Normalde ‘olur mu öyle şey?’ diye itiraz refleksi veririm elbet, Ama o sırada yanıt bile veremeyecek hale geliyorum. Irkçılık üzerine en yenilikçi çalışmalara imza atmış tutkulu Manuela (Bojadziev) ‘What is the sound of anti-racism?’ başlıklı bir proje yapmıştı Londra’da. Yanıtlanması ne kadar da zor bir soru diye düşünmüştüm. Ama şimdi mesela ‘ırkçılık karşıtlığının sesinin’ benim o gün Charles’ın sorusuna ‘hayır’ diye bağırarak yanıt vermesi gereken (ama ürküp hareketsiz kalan) sesimde olduğunu düşünüyorum.

Alan çalışmamda Kürt ve Türk işçilerle yoğun olarak çalışmaya başlamadan önce ırkçılık, Türkiye’de okuduğum, ama doğrudan çok fazla kafa yormadığım bir kavramdı. Ingiltere’ye ilk geldiğim zaman korumalı yurt ortamındayken rastladığım, Afgan bir üniversite öğrencisinin beyaz ingiliz lise öğrencileri tarafından dövülerek felç edildiği haberinden başlayıp, yaşadığım farklı mahallelerde deneyimlediğim doğrudan olaylara kadar zorunlu olarak bu konuda düşünmem gerekti; göçmen işçilerin örgütlenme sürecinde de kısmen yer alma şansım oldu. Ama yaşadığım deneyimlerin hiç biri Charles’ın sözleri kadar çarpmamıştı beni. Yoksa ırkçılığı sadece ben ve öteki arasındaki kavgada değil, ben’in ta derinliklerinde, öteki’ni (burada bilinçli olarak ötekini başlangıçta ötekileştiren taraf yerine kullanıyorum) içselleştiren ben’de arayarak kazımak mı gerekiyordu? Irkçılığın bana en acı veren hali, Charles’ın hakim söylemin doğru olabileceği ve bu doğruluk ihtimaline karşı kendisinin farklı olduğunu ispatlamaya çalışan bir varoluş halindeydi belki; ama elbette bundan Charles’ı sorumlu tutamam.

Soğukkanlılıkla düşündüğümüzde Charles’ın bedenine kazanmış ‘ırk yarası’, 1969’da Sennett ve Cobb’un yaptığı çalışmalarda ortaya çıkan, işçi sınıfı üyelerinin sınıf deneyimlerini son derece kişisel yaşamaları ve bir sorun yaşadıklarında bunu kendi yetersizliklerine bağlamalarını hatırlatıyor (ki çok yakın zamanlı bir çalışmada Ebru Işıklı benzer bir yetersizlik duygusunu Türkiye’deki ofis çalışanları örneğinde gösteriyor). O halde genel bir insanlık durumunun parçası olarak Charles’ın hissiyatını ele almamız gerekiyor. Hakim ideoloji/sınıflarla tabi olanların ortak bir düşünsel evrende yaşamlarını anlamlandırdıkları yönündeki Bakhtinci argümanı hatırlarsak eğer,  tabi olanların hakim ideolojinin savunduğu değerleri yönetenlere karşı taleplerini formüle ederken pragmatik bir silah olarak kullanmaları beklenir bir durumdur.[2] O halde bu değerlerin beklenmedik yan etkileri olması da (Charles’ın gerçekten de kendi kanında bir sorun olmasını düşünmesi gibi) çok anormal gözükmemelidir.

Irkçılıkla mücadele etmek için ırkın aslında bir ‘toplumsal inşa’ olduğunu söylemek de yetmiyor. Zaten oldum olası sosyal konstrüktivizimle aram pek hoş olmamıştır (Bu konuda dehşet kafa açıcı bir blog için www.larvalsubjects.wordpress.com’a bakmanızı şiddetle tavsiye ederim). Irkçılık o kadar fazla toplumsal sorunun, gündelik yaşam deneyiminin, yüzyüze ilişkilerde yaşanan gerilimlerin, bireysel çelişkilere anlam verme çabasının içerisine sızmış, tüm bu olguların tezahür etme biçimlerinin parçası olmuş ki…Bu anlamda göçmenlik meselesinin hiç de ‘sadece ırk’tan ibaret olmadığını’ Londra’daki gündelik yaşamın içerisindeki sayısız göçmenlik konuşmalarından takip etmek mümkün. Örneğin British Gas’a bağlı çalışan ve kombiyi tamir etmeye gelen doğalgaz teknisyeni, ailesi 50 yıl önce İngiltere’ye göç etmiş Kenyalı Alex size yeni göçmenler geldiğinden beri bu ülkenin eskisi gibi olmadığından yakınır. Kendisinin de bir göçmen olduğunu hatırlatmak ne kadar ‘politically correct’ olacaktır? Ya da Leicester Square metro istasyonunun çıkışındaki İngiliz orta alt sınıf Evening Standard satıcısı Hintli arkadaşına ‘there are some people in this country’ diye başlayan ve Doğu Avrupalıların nasıl da gelip sıkıntı verdiğinden dert yanacaktır. Hintli arkadaş ise baş sallayacaktır.

Yıllar önce çocuk bakıcısı olarak çalıştığım bir güney Londra evinde tanıştığım İngiliz bahçıvanın kendisinin yarı fiyatına çalışan Polonyalı bahçıvanlara duyduğu öfkeye çok şaşırmamıştım: ‘Geliyorlar, vergi ödemiyorlar, aileleriyle bir göz odada yaşıyorlar, elbette ki düşük fiyata iş yapıyorlar, benim ödemem gereken vergiler, ev ipoteği ve geçindirmem gereken bir ailem var sayın bayan öyle değil mi?’ İngiliz zenginleri ve işverenleri ise kendilerini, Joseph Rowntree Vakfı’nın AB üyeliği sonrası Doğu Avrupalı göçmenlerle ilgili yaptırdığı araştırma raporunda ortaya çıktığı üzere ‘İngiliz işçilerin tembel, Polonyalıların ise çok çalışkan olduğu’ gerekçesiyle savunacaklardır. Ancak yukarıdaki örneklerde artık kendini bu ülkenin vatandaşı sayan eski göçmenlerin yeni gelenlere duyduğu tepkiye ne demeli? Elbette Kenyalı ya da Hintli işçilerin İngilizlerle yaptığı sessiz ittifakın altındaki zeminin kayganlığının birden kendini ele verdiği durumlar olacaktır: This is England filminde dazlaklar grubuna dahil olan siyah Milky’nin ırkçılığı artık uç noktaya götürmüş parti üyesi tarafından ölesiye dövülmesi gibi (http://en.wikipedia.org/wiki/This_Is_England).

Sonra bir gün, gündelik yaşamda sık görülen ırkçı homurdanmalar ve ayrımcılığın enformel olarak yeniden üretildiği ayrıştırılmış pub’lar dışında pek de ırkçılıkla bir sıkıntısı yokmuş gibi davranan, hatta Fransa’daki getto ayaklanmalarının kendi topraklarında olmamasını göçmenler konusundaki liberal politikasına bağlayan İngiltere, İngiliz Ulusalcı Parti’sinin (BNP) yerel seçimlerde aldığı oy oranına şaşıp kalacaktır. Sosyalist İşçilerin Partisi (SWP) telaşla halkı faşizm karşıtı gösterilere çağıracak ve BNP’nin nasıl bir çalışma sonucunda, hangi sorunlara parmak basarak bu noktaya geldiği konusunda çok da doyurucu bir yanıt sunma zahmetine girmeyecektir. Oysa bu ülkede, benim yazdığım gözlem yazısına asla sığmayacak denli çetrefilli, zahmetli ve emek verilmesi gereken bir konu ırk, göçmenlik ve sınıf meselesi. Bir gün sermayenin ucuz emeği olarak hoşgörülen, İngilizlerin yapmak istemediği işlerde canla başla çalışan, ertesi gün yeni toplumsal kontrol araçlarının gözetimine maruz kalan ve sorgusuz sualsiz gözaltı merkezlerine tıkılan[3] ve apar topar ülke dışına atılan, Trafalgar Meydanı’nda belediyenin düzenlediği festivaldeki Hint yemeklerini yedikçe liberal çokkültürlülüğe katkı sunan, ama çoğu zaman Trafalgar Meydanı’na gelecek bilet parası olmayan kişilerden sözediyoruz. Ama asla salt kurban da değiller: London Living Wage kampanyasının ilham verici militanları, sendikalarda işlerini kaybetme pahasına örgütlenme çalışması yapan öncü işçiler aynı zamanda göçmenler (Londra’nın farklı bölgelerinde  mafyalaşan ve ‘kendi insanlarını’, yüksek aracı komisyonları ve son derece düşük ücretler gibi araçlarla sömüren grupları bu listenin dışında tutuyorum elbette).

İngiltere’den ayrılmadan önce benim öğrencilik ve çalışma durumumu da tehdit eden yeni göçmenlik düzenlemeleri regülasyonları uygulamaya konmuştu. Bu düzenlemelere karşı üyesi olduğum sendika UCU mücadele etmeye çalışıyordu. Düzenlemelerin inanılmaz derecede ayrıntılandırılmış, üniversite öğretmenlerini ve idari görevlilerini yabancı öğrencilerini ihbar etmeye kadar götürebilecek kuralları kuşkusuz korkutucudur. Ama daha korkutucu olan formel regülasyonlardan ziyade, göçmenlik bürosunun kendisine verilen yetkileri pratikte ne zaman ne şekilde kullandığının hem siyasi hem de ucu açık olarak şekillenmesidir.

Evet, İngiltere’deki tablo gittikçe daha fazla karanlıklaşıyor. Ama bu karanlık resimde, bastırılması çok zor sesler de var. Örgütlenmenin sadece gerekliliğini görmüş değil, hazzını da yaşamış göçmen işçi için, yıllarca sıkıcı raporlar hazırlamak zorunda kalmış ama saha çalışmasında göçmenlerin gerçek hikayelerini toplamanın ve aktivizmin heyecanına kapılmış akademisyen için geriye dönüş artık çok zordur. İşte bu nedenle kapitalizmin ilk uğrak yeri olsa da bana nedense yıkılacağı son yer gibi gözüken; dipteki bütün çelişkilerine rağmen görünür kamusal ortamda sürekli bir çelişkisizlik hissi veren; sınıf kavramının bir zamanlar yanında çalıştığım, Lordlar Kamararı üyesi Yorkshire’lı Lord Best’in ingilizce sözcüklerimin telaffuzunu düzeltişinde vücut bulduğu; öğretmenlerin ancak ev satın alamadıkları için gösteri örgütleyebildikleri, bu pek de radikal olmayan eyleme karşı saygın medya kuruluşlarının ‘aslında aldıkları ücret de hiç az değil canım, Londra’da evler pahalı sadece’ diye yanıt verdikleri; yakın dönemde üniversitelerde bölümleri kapamaya, profesörleri işten atmaya başladıkları için gerçekleşen üniversite işgalleri sayesinde ‘sonunda bu memlekette bir şeyler oluyor’ duygusunu yaşatan kutsal İngiliz topraklarında umut varsa varsa şuralarda var:

Metro işçilerini örgütleyen ve Londra çapında bir kahraman olmuş Sara’nın School of Oriental and African Studies’de (SOAS) düzenlenen Göç Konferansı’ndaki hafif titrek ama kararlı ve inançlı sesinde; onlarca işçinin sendikalı olmasını ve saatlik ücretlerinin 7.5 pounda çıkmasını sağladıktan sonra kendi işini kaybeden ama yine de etrafındakilere cesaret veren ve mücadeleye devam eden Alejandro’nun gözlerinde; ‘aslında ırk farklılığının örgütlenmenin önünde bir engel olduğunu söylüyorlar, ama biz limanda çalışıyoruz ve farklı ülkelerden gelen arkadaşlarla ortak sorunlarımız olduğunu gördükçe daha fazla birlikte hareket etmeye başlıyoruz’ diyen göçmen işçinin dezavantajları fırsata çevirme önerisinde;  benim de üyesi olduğum radikal akademisyen ve sendikacı ağı Critical Labour Studies toplantısında söz alan ve ‘artık pozitivist saçmalıkları ve resmi kurumların bizden beklediği göçmenlikle ilgili niceliksel bilgileri bir tarafa atalım; öğrencilerimizle undercover etnografik çalışmalar yapalım’ diyen İngiliz akademisyenin başkaldırışında var.[4] Şu an bunlar sadece yerel deneyimlerin, kişisel çabaların sesi olabilir. Acaba bugünün küçük kahramanlık öyküleri yarının radikal eylemliliğin sessiz birikimi haline dönüşebilecek midir?

Kaynaklar

Işıklı, E. (2010) ‘Ofis Çalışanlarının Yalnızlığı’, Sınıftan Sınıfa içinde, der. A. Buğra, İstanbul: İletişim.

Sennett, R. ve J. Cobb (1972) Hidden Injuries of Class, Knopf.

Steinberg, M. (1999) ‘Talk and Back Talk of Collective Action, A Dialogic Analysis of Repertoires of Discourse in Nineteenth Century English Cotton Spinners’, American Journal of Sociology, 105 (3).

Thompson, E. P. (2006) ‘18. Yüzyılda İngiliz Halkının Ahlaki Ekonomisi’, Avam ve Görenek içinde, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: Birikim.


[1] Bu yazıya konu olan kişilerin isimleri değiştirilmiştir.

[2] Örneğin Steinberg (1999) ondokuzuncu yüzyılda tekstil sektöründe çalışan işçilerin klasik ekonomi politiğin dilinin içerisinden adil ücret taleplerini formüle ettiklerini anlatır. Bu, bir yüzyıl önceki, E. P. Thompson’un (2006) anlattığı ahlaki ekonomi dilinden farklılaşmaktadır. Kolonilerde de ilk mücadelelerde Afrikalı işçiler emperyalistlere benzer mesajlar vermektedirler: ‘Eğer bizi çalıştıracaksınız o zaman bu çalışmanın karşılığı olan ücret ve barınma hakkını da vermek zorundasınız.’

[3] Benim doğrudan şahit olduğum olay çalıştığım üniversitede Haziran 2009’da dokuz Latin Amerikalı temizlik işçisinin Immigration Office tarafından, taşeron temizlik firmasıyla işbirliği içerisinde apar topar götürülmesi ve bunlardan yedisinin sınırdışı edilmesidir. Bunun üzerine başlattığımız üniversite işgaline dair sözel ve görsel belgeler için bkz. http://freesoascleaners.blogspot.com/ Bu işgal sırasında yeni iletişim teknolojilerini örgütlenme amacı için kullanma ustası, daha sonra da Londra Üniversiteleri Öğrenci Birliği’nin başkanlığına seçilen Clare Salomon’un rolü çok önemliydi.

[4] Bu seslerin yanına gönülsüzce de olsa yeni üye kazanmanın ve büyümenin yolunun göçmen işçilerden geçtiğini farketmeye başlayan sendikaların, daha iyi kontrol ve düzenleme rejimleri için göçmenlerin bilgisine ihtiyaç duyan araştırma kurumlarının pragmatizmini de ekleyelim.

Geçen ay Great Russel Street üzerinde bulunan Sendika merkezinde London Organiser Network (LON) tarafından ayda bir düzenlenen „Göçmen İşçilerin Örgütlenme Tecrübeleri“ konulu bir toplantıya katıldım. Sendika çalışanları ve üyelerinin katıldığı bu toplantılarda „örgütleme“ bakış açısı ile yeni bir sendika hareketine katkıda bulunmak isteyenler bir araya geliyorlar. Yaklaşık olarak 40 kişinin katıldığı bu toplantıda, New York merkezli Workplace projesinin kurucularından olan Jennifer Gordon, göçmen işçilerin sosyal hak mücadeleleri üzerine deneyimlerini aktardı.

Konuşmasına İngiltere ve Amerika arasındaki göçmen işçilerin statü farkını anlatarak başlayan Jennifer, Amerika’da çoğu Latin Amerika ülkelerinden gelmekte olan 12 milyonun üzerinde kağıtsız göçmenin yaşadığını belirtti. Bu sayı toplam çalışan nüfusun yüzde beşini oluştururken; tarım sektöründe toplam çalışan sayısının yüzde ellisini, gıda üretimi ve temizlik gibi sektörlerde ise yüzde yirmi beşini geçmekte.

Amerika’da kağıtsız işçiler, statülerinin belirsizliğine rağmen asgari ücret ve sağlık sigortası gibi temel haklara sahipken, işşizlik sigortası gibi diğer sosyal haklara sahip değiller. Sınır politikaları, iş yeri kontrolleri, polis baskısı, göçmenliği bir ‘güvenlik’ sorunu olarak tanımlayan baskın söylemler ve sosyal kurumların bu kişilere yönelik politika üretmemeleri, göçmenlere dair ‘görünmezlik’ politikalarını yeniden tanımlarken, kağıtsız göçmenler için farklı ‘hak rejimi politikalarının’ oluşmasına yol açıyor.

Bunun en somut örneği; işverenlerin, haklarına sahip çıkmak isteyen işçilere karşi “sınır polisine haber veririm” kozu ile bir korku politikası yaratırken, sendika ve diğer sosyal kurumların bu alanlarda sessiz kalması ve bunun bir çaresizlik durumunun ortaya çıkmasına yol açıyor olması. Ödenmeyen maaşlardan tutun da, kötü ve sağlıksız çalışma koşulları buna örnek olarak verilebilir. Burada temel soru, göçmenlerin sahip olduğu hakları nasıl işlevsel kılabilecekleri ve hangi örgütlenme biçimlerinin göçmenlerin mücadelesinde etkili olacağıdır.

Bu verilerden yola çıkarak, Jennifer Gordon, konuşmasında kendi mücadele deneyimlerini anlattı. Derneği kurduklarında amaçlarının demokratik işleyen ve şeffaf  yapısı olan bir örgütlenme biçimi kurmak istediklerinin altını çizen Jennifer, amaçlarının kağıtsız çalışanlara iş hayatı içinde sahip oldukları haklara dair hukuki destek vererek, örgütlenmenin önünü açacak yöntemler geliştirmek olduğunu belirtti.

Kendi deneyimlerini anlattığı çalışma, New York eyaletinde Long Island adasında genel olarak refah düzeyinin yüksek olduğu bir semtte, göçmenlerin ağırlıklı olarak ev içi hizmet ve inşaat sektöründe veya gündelik işçi olarak çalıştıkları yerde geçiyor. Dernekteki çalışmalara ilk etapta İspanyolca olarak Amerika’da işçi tarihi ve işçi hakları üzerine seminerler vererek başlanmış ve göçmenlerin kağıt üzerinde güvenlik, sağlık ve asgari ücret gibi konularda sahip oldukları hakları öğretilip, tartışılmış. Sahip olunan haklar bazında kendi çalışma koşullarını betimleyen işçiler, gerçek ile kanunun sunduğu çerçeve arasındaki fark gözler önüne serildiğinde, “peki ne yapılabilir” sorusunu ortaya atmışlar. Kanunların uygulamaya konulması sırasında gücün önemli bir faktör olarak ortaya çıkmasının tartışılması ile başlayan bu süreçte, hangi örgütlenme süreçlerinin başarılı olacağı tartışılmaya başlanmış.

Örgütlenme süreçlerine örnek olarak, sokak başında bekleyen gündelik işçiler için her sabah bir calışan/aktivistin gidip ortaklaşa bir gündelik fiyat belirlenmesine katkıda bulunduğu  ve bu sayede sokakta bekleyen işçilerin birbirleriyle fiyat rekabatine girmesinin önlendiği verildi. Diğer bir örnek ise eviçi hizmet sektöründe çalışan işçiler için, iş bulma ajanslarına baskı yaparak çalışanlar için uzun süreli iş sözleşmesi yapılması olmuş.

5 yıl içinde üye sayısı 500 kişiyi bulan dernekte, çalışanların iş yerindeki haklarını arama dışında, eyalet düzeyinde yeni bir yasa çıkarılması için de başarılı  bir kampanya düzenlenmiş. Çalışmaların meyvelerinin toplandığı diğer bir alan ise bu konuda sendikaların değişen tutumu olmuş: 1990’lı yıllar boyunca kaçak işçilere karşı mesafeli duran Sendika yönetimleri, 2000’li yılların başından itibaren özellikle tarım, gıda üretimi ve temizlik gibi sektörlerde kaçak işçilere ulaşmadan işçileri örgütleyemeyeceğini anlayınca, bu tip derneklerin elde ettiği başarıları da göz önünde bulundurarak bu konuyu sahiplenmeye başlamış. Almanya’da benzer örnekleri olan hak mücadelelerini bir başka yazıda ele alacağım.