Ulus-devletler günümüzde önceki zamanlara göre çok daha fazla göç ile imtihan olmakta. Dünya üstündeki göçmenlerin sayısı çoğu ülkenin nüfusunun üstünde. Göçmen çocuklarını, hatta torunlarını, dahil ettiğimizde göçün bir ülkeden başka bir ülkeye hareket ediş görüngüsünden çok daha fazlasını ihtiva ettiğini tekrar tekrar hatırlayabiliriz. Lakin hala devletlerin ve devlet-vatandaş ilişkisi üzerinden vatandaşların göçmene ve göç arkaplanı olanlara ayrımcılığının yerlebir edilemediğini esefle izlemeye devam ediyoruz.

Vatandaşlık hakkını kan üstünden tanımlama geleneğinin (Jus sanguinis) en belirgin temsilcisi olan Federal Almanya Cumhuriyeti, bu konuda taviz vererek ülke sınırları içinde doğma üstünden (Jus soli) de hakkın oluşabileceğine kani olmaya meğletmekte. Yine de göç ülkesi olduğunu bu kadar geç kabullenmesi ve hala çifte vatandaşlık hakkını kabullenememesi bize göç ile imtihanında yolun başında olduğunu da gösteriyor.

Zaten bazıları yaşadıkları ülkede vatandaşlık hakkı alsalar bile, hatta vatandaş olarak doğsalar bile ayrımcılık bitmiyor. Spiegel’de 9 Şubat 2010’da yayınlanan haberde Türkiye kökenli yüksek eğitimli Alman vatandaşlarının ne gibi ayrımcılıklara uğradıklarının altı çiziliyor. Aynı okullardan aynı notlarla mezun olan Tobias’ın Serkan’a göre iş bulma konusunda yüzde 24 daha şanslı olduğunu gözler önüne seriyor. İlgili başka bir habere de konu olan Almanya’daki Türkiye kökenli yüksek eğitimliler hakkındaki araştırmanın sonuçlarına göre, ayrımcılıktan dolayı yüksek eğitimli göç arkaplanlıların yüzde 38’i Türkiye’de iş bulmaya karar veriyor.

Bu yazının başlığı, “Ben size vatandaş olamazsınız demedim, …”, Spiegel’deki bir diğer haberde geçen bir işverenin şu sözlerinden evrilmiştir: “Üç tane Alman pasaportuna sahip olabilirsiniz, benim için Türk olarak kalacaksınız.”(“Sie können drei deutsche Pässe haben, für mich bleiben Sie ein Türke.”). Almanya’nın özellikle son yarım asırlık aldığı göç ile imtihanı daha uzun sürecek gibi…