Güncel Haberler


Yurt Dışı’nda 12 Eylül ve Sakıncalı Göçmenler

Göçmen-mekanda bir Siyasal Seferberlik Aracı olarak Anavatan

İnanç ve benzeri kültürel dokuların siyasallaşması ve buna koşut olarak yaşanan çatışmalar nedeniyle yerini yurdunu bırakmak zorunda kalan toplulukları isimlendiren diaspora[1] Musevi mabetlerinin M.Ö 586 yılında Babilliler ve M.Ö 70 yılında Romalılar tarafından yıkılması ve M.Ö 460 yılında başlayıp 60 yıl süren Peloponez Savaşları sonucunda onbinlerce insanın aidiyet hissettikleri topraklardan sürülmesiyle oluşan yeni bir toplumsal hale işaret eden bir kavram olarak tarih sahnesine çıkar. Yüzyıllar içerisinde içerik ve kapsam değiştiren kavram, İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni göçmenlerin anavatanla olan ilişkilerinin kavramsallaştırılmasında tekrar hatırlanır ve anavatanından uzak düşmüş hemen her göçmen topluluğu isimlendiren bir kavram olarak yeniden belirir.

Bu genişlemeye karşın kavramın kuramsal ve çözümleyici bir araç olarak değerini yitirdiğine ilişkin tartışmalar kaçınılmaz olmuş ve “oluşmakta olan”, “ticaret”, “emperyal” ve “emek” gibi çeşitli ön ekler türetilerek diaspora özelliği gösteren ama toplumsal, kültürel ve siyasal yönelimleri farklılaşmış olan topluluklar kavram çerçevesinde tutulmaya çabalanmıştır. Bu tartışmaların kendini tekrar eden kısırlığına karşın Thomas Faist’ın öncülüğünü yaptığı bir başka eğilim ise diaspora kavramının çağdaş göç çalışmalarında bir kenara bırakılması ve yola “ulus-aşırı göçmen” kavramı ile devam edilmesini önerir. Öyle ya da böyle kavramın uzun geçmişi içerisinde “memleket” mefhumunun göçmen topluluklar için duygusal-edilgen bir nesne değil, aksine siyasal saiklere dayalı güçlü bir seferberliğin motoru olarak yerini koruya geldiğini not etmek gerekiyor.

“Türk”ün 12 Eylül ile İmtihanı

12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye’de yaşanan Askeri Darbe göç-mekanının yukarıda tarif edilmeye çalışılan anavatan etkisini görmek açısından öncesi ve sonrasıyla birlikte önemli bir vaka sunar. 12 Eylül bu çerçeveden önem kazanan en başat özelliği “kimin 12 Eylül’ü” sorusu çervesinde Türkiye’den Avrupa’ya göç eden herkesin Türk (Turkish) kimlik-kategorisi içerisinde yerleştirilmesini imkansızlaştıran parçalayıcılığıdır. Kuşkusuz Türk kategorisi hiç bir zaman türdeş bir topluluğa işaret eder olmamıştır. Türkiye’den Avrupa’ya göçün başladığı 1960’lardan bu yana Türkiye’deki mevcut etnik, inançsal, siyasal, bölgesel, toplumsal ve sınıfsal yarılmaların tümü bu yeni toplumsal mekana da yansımış, göçün erken yıllarında Türkiye’den gelen herkesin dertlerine derman olmak için kurumsallaşan yerel ve ulusal ölçekli “Türk” dernekleri on yıl gibi kısa bir süre içerisinde mevcut yarılmalara koşut olarak isim ve işlev değiştirerek yoluna devam etmiştir. Fakat, 1970’lerin aşırı çatışmacı siyasallaşması, 12 Eylül’ün hemen ardından gelen dehşetli suskunluk ve 2000’lerin açılımlarına kadar süren tedirgin yıllar olarak üç dönemde inceleyebileceğimiz 12 Eylül Vakası her toplumsal kesimin kendince deneyimlediği bir süreç olarak bu parçalanmayı hızlandırmıştır.

Sakıncalı Göçmenlerin[2] 12 Eylül’ü Erken Başlar ve Geç Biter

Türkiyeli göçmen-mekana Aleviler penceresinden baktığım alan araştırmam esnasında 12 Eylül’ün gurbette ne denli zahmetli yaşanmış olduğuna ilişkin derin bir kanaat geliştirme şansım oldu. Örtüştüğü ve çatıştığı Sol ve Kürt kimliklerle beraber Aleviler açısından 12 Eylül Vaka’sının gurbette nasıl yaşandığını yukarıdaki üç dönem üzerinden konuşmak mümkün. Öncelikle, 12 Eylül’e giden süreç Aleviler açısından oldukça kanlı başlar. 1970’lerin son üç yılında Maraş, Sivas, Çorum, Yozgat, Malatya[3] gibi illerde yaşanan saldırılarla büyük kentlerdeki belli mahalleler dışında Türkiye’nin genel sattı Aleviler için güvensizleşir. Gelecekteki muhtemel bir dönüş için bu şehirlere yatırım yapmaya başlamış göçmen Aleviler 12 Eylül darbesi gelmeden bu bölgeleri boşaltmaya ve ailelerini yanlarına almaya başlar.

12 Eylül ile başlayan dönemde ise yurt dışına çıkışlar yoğunlaşır. Solun İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki kurtarılmış bölgeleri dağıtılırken örgütlü mücadele zeminini yitiren sempatizan ve sol-siyasiler halihazırda Avrupa’da teşkilatlanmış örgütlerin aracılığıyla, gurbetten tedirgin bir biçimde Türkiye’ye bakan göçmenlerle buluşur. Bu yıllara dair Türkiye’de okurken bir yaz tatiline gelen babalarının kendilerini apar topar Avrupa’ya götürdükleri beklenmedik göçmenleşme hikayeleri bugün Avrupa’da göçmen-siyaseti yapan bir çok şahsiyetin biyografilerinde ortaklaştıkları nokta olarak karşımıza çıkıyor olması bir tesadüf değil kuşkusuz.

Bu dönemin bir diğer bilinmeyen yanı 12 Eylül’ün Kapıkule’nin batısına uzayan korku gölgesidir. Türkiye’de yasaklamalara bağlı olarak bir çok insan Türkiye’de “dert olur” korkusuyla siyasi derneklerden uzaklaşmış, konsolosluklarda inisiyatifi ele alan askeri ateşeler Türkiyeli göçmen derneklerin seçimlerinde divan üyesi olarak boy gösterir ve ağırlıklarını Türk-İslam sentezci eğilimlerden yana koyar olmuş, konsolosluklardaki “penceresiz odalar” özel-davetlerle görüşmeye çağırılan “sakıncalı” kimselere memleketin içinden geçtiği güç dönemin telkin edildiği ikna odalarına dönüşmüştür.

Türkiye’de siyasetin askerin gölgesinde sağcı-liberal politikalarla yeniden tanımlandığı 1980’lerin sonuna doğru 12 Eylül travması Sol, Alevi ve Kürt siyasetler için derinleşir. Türkiye’den İngiltere’ye yaşanan göçün örneklediği gibi Anadolu’nun belirli bölgelerinden Avrupa’ya iltica patlaması yaşanır. İltica dalgalarını Türkiye’de ve Avrupa’da yönetenlerin kimlikleri ve sürecin işleyiş biçimi bu gidişlerin devlet eliyle yönetilen planlı bir boşaltma olduğuna ilişkin ciddi kuşkular uyandırır. 2000’lere gelene kadar Türkiye, devlet destekli ve sistemli insan hakları ihlalleri nedeniyle ilticacı-gönderen bir ülke olarak kalır.

Diğer yandan, Avrupa’da Kürt hareketinin etkin olarak egemenlik kurmaya çabaladığı 1990’lar boyunca ülkeye hakim çatışmacı iklim göç-mekanı da etkisi altına almış, devletle çatışmacı bir çizgi izleyen Sol ve Kürt hareketler kendilerine uzak gördüğü Sol ve Alevi kurumları baskı altına almaya çabalamıştır. Türkiye’deki kadar yaygın olmasa da Avrupa’nın bir çok ülkesinde şüpheli cinayetler görülmüştür, Türkiyeli siyasal kurumlar çeşitli istihbarat raporlarında kriminal faaliyetlerle birlikte anılır olmuştur. Söz gelimi, Londra’da faaliyet yürüten siyasi bir kurumun “Özgürlük Mücadelesine İngiltere’den Katılanlar” başlığıyla hazırlamış olduğu “Şehitler Köşesi” Avrupa’daki siyasallaşmanın boyutlarına işaret etmesiyle bu dönemin sancılarına işaret eder.

İbrahim Sevimli[4] 1990’ların hemen başında Avrupa’daki Türkiyeli siyasi iklimi incelediği kitabındaki tespitleri 12 Eylül’ün yaratmış olduğu travmayı anlamak açısından önemlidir. Anavatandan ağırca sürülmüş olan çeşitli siyasi duyarlılıklara sahip insanların kurdukları örgütleri “yurt-dışı” ön ya da son ekiyle anıyor, yaşadıkları coğrafyayı “cephe-gerisi alan” olarak tanımlıyor olmalarındaki soruna işaret eden Sevimli “yurt-dışı” ile kastedilen belirsiz coğrafyanın “kendilerinin de yaşadıkları bir yer olarak değil, kendilerinden uzakta bir coğrafya, kendilerinin dışında bir iktisadi-toplumsal-siyasal-kültürel bütünlük olarak” görüldüğüne işaret etmektedir. Bu mekan-algısında Türkiye “mücadele” Avrupa ise “Yurt dışında Mücadele” alanı olarak belirmekte ve ilkine tabi olarak tali bir uğraşı alanı oluşturmaktadır.[5]

Sözün kısası 12 Eylül Avrupa’da erken başlamış ve geç bitmiştir. Türkiye’nin görece normalleştiği 2000’lerle birlikte Türkiyeli göçmen-mekan da 1990’ların huzursuz ikliminden çıkmaya başladı. Söz gelimi, Berlin’deki Alevi Kültür Merkezi tabanının büyük bir bölümü Dersimli olmasına rağmen dernek çatısı altında 38 Dersim anmaları ilk defa 2000’lerin ortasına doğru yapılabildi, Dersim-dili kurum çatısı altında ancak yine aynı yıllarda konuşulur oldu. Benzeri bir sürecin yansıması olarak, hemen tüm üyeleri Kürtçe konuşan Alevi coğrafyasından gelen Londra’daki Alevi Kültür Merkezi’nde Kürtçe, benzeri korkuların aşılmasına koşut olarak son bir kaç yıldır konuşulmaya başlandı.

12 Eylül 2010 - Londra

12 Eylül 2010 - Londra

30. Yılında 12 Eylül’ü Açılımlar Gölgesinde Yurt Dışında Anmak

Bu yıl 12 Eylül’ün 30. Yılı olması, Sol, Alevi ve Kürtler tarafından mesafeli karşılanan referandumun aynı güne denk gelmesi Avrupa’da da yoğun bir seferberliğe neden oldu. Söz gelimi, Avrupa’nın üç önemli kentinde oldukça benzer tema ve içerikle üç toplantı gerçekleşitirildi: Londra’da “30. Yılında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasını Lanetliyoruz”, Köln’de “30. Yılında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasını Lanetliyor, Ölümünün 26. Yılında Yılmaz Güney’i anıyoruz” ve Berlin’de “12 Eylül ve Aleviler” başlığında düzenlenen toplantılara katılım önceki yıllara karşın 12 Eylül mağdurlarının ortak bir payda da buluşma çabasına işaret ediyordu. Programlarına baktığımızda bu ortaklaşmanın yansımalarını göze çarpıyor.

Söz gelimi, Köln’de düzenlenen toplantının katılımcıları BDP, Alevi Enstitüsü, Kızıl Bayrak, Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu, çeşitli sendika temsilcileri, hukukçu ve insan hakları aktivistlerinin yanısıra Pınar Sağ, Nurettin Rençber, Grup Haykırış gibi müzisyeler ve Tiyatro Piya katılıyordu. Bu profil diğer anmalara da hakimdi. Toplantılar konuşmacıların konu başlıklarında da ortaklaşıyordu: “12 Eylül ve Kürtler”, “ve Aleviler”, “ve İşçiler”, “ve Kadınlar”, “ve Cezaevleri”, “ve Hukuk”, “ve Sanat”.

Diğer yandan, ortak travmaları üzerinden yanyana durmaya çalışan bu gruplar arasında çeşitli gerilimler olduğunu vurgulamak gerekiyor. Söz gelimi, Londra’da düzenlenen toplantıda Londralı Türkiyeli topluluklar açısından bir ilk yaşanmış ve İngiltere Alevi Kültür Merkezi ve Cemevi yeni yönetimi ilk defa Sol ve Kürt kurumlarıyla birlikte bir masa etrafında toplanmıştı. Herkes kendi 12 Eylül’ünü anlatırken, kimi konuşmalacılar aynı anda Türkiye’de gerçekleşmekte olan referandumu hatırlatmış ve Alevilerin neden boykot yerine CHP’nin kuyruğuna takılarak “Hayır” dediğini merak ettiklerini sormuştu. Alevi örgütlenmesini devletin Sol ve Kürt hareketini bölmek üzere teşfik ettiği iddiasına dayanan bu göndermelerin farkında olarak konuşmasına başlayan IAKM Başkanı ise Alevilerin taraf gözetmeksizin hep ezilenlerin yanında yer aldığını ama Osmanlıyla dönem dönem ittifak eden Kürtlerin yeri geldiğinde Alevileri hedef almaktan geri durmadığını söylemesi salonda soğuk rüzgarlar estirdi.

Türkiye’den ziyarete gelmiş, sol-siyaset kökenli bir diğer Alevi siyasetçi ise “Devrimci Alevi Örgütlenmesi” olarak andığı Alevi duyarlılığın 1960’larda başladığına ve gerek Sol gerekse Kürt siyasetlerin yanında yer alan Alevilerin özellikle de 12 Eylül sürecinde çok büyük bedeller ödediğine dikkat çekti. Bu çıkışların ardından ağırlıkla Alevi inanç ve Kürt etnik kimliğinin örtüştüğü bölgelerden gelen katılımcılar arasında ciddi bir tartışma baş gösterdi. Benzeri tartışmalara farklı koşullarda tanık olmuş bir gözlemci olarak 12 Eylül’ü Lanetleme Toplantısında ortaya çıkan bu gerginliği uzun bir dönem içerisinde yaşanan 12 Eylül travmasının bir uzantısı olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.

Dün memleketteki siyasal baskı ve gerginliklerin her türlü sarsıntısını göçmen-mekanda yaşayanlar memlekete gidip gelmenin önünde engel kalmadığını bugün, açılımlarla birlikte tüm yaşananları “dert olur” çekincesi duymadan konuşabilecekleri yeni bir koşul içinde buldular kendilerini. Fakat, bu yeni koşulun kendisi tek başına yaşananlara derman olmuyor. Bazı çevreler yaşadıkları, yerleşikleştikleri koşulları “yurt-dışı” olarak görmenin yanlışlığını fark ederek daha Avrupalı-merkezli bir bakış açısı çizmeye çabalarken, bir çoklarıysa Türkiye’deki görece rahatlamanın zorlamaya başladığı eski bakış açısının yerine yenisi koymaya çabalıyor. Bu yazıyla, tıpkı 12 Eylül Vaka’sı gibi Açılımlar’ın da birbirini izleyen süreçler olarak gurbette nasıl algılandığı ve deneyimlendiğinin, anavatanın göçmen-mekanda nasıl bir siyasal seferberliğe yol açtığı ve bu etkinin değişen yansımalarını görmek açısında çalışılması gereken müstesna bir örnek sunduğunu not etmek istedim.


[1] Eski Yunanca: (DiaSpor), Tohum saçılması / boydan boya dölleme.

[2] Anavatan’ın göçmenler açısından önemli bir siyasal seferberlik aracı olması gibi göçmenler de anavatan açısından ciddi bir siyasal kaygı unsuru olabilir. Diaspora kavramının farklı yüzler bulduğu bir çok örnekte bu kaygının haklılığını görüyoruz. Uzaktan ve yeni bir siyasal, toplumsal tebdil-i mekanın ferahlığından anavatana bakmak kuşkusuz farklı ve aykırı şeyler söyleyebilmenin önemli bir zeminiydi. Bu çerçeveden ayrı bir yazı konusu olma hakkını saklı tutarak, “sakıncalı göçmen” kavramı üzerine düşünebileceğimizi sanıyorum. Konumuz açısından, Aleviler, Kürtler ve Solcular Türkiye’deki 3K Doktrini’nin (Komünistler, Kürtler, Kızılbaşlar) bir uzantısı olarak göçmen-zeminin de sakıncalıları olarak görüldüğünü not etmek gerekiyor.

[3] Bu illerin bir diğer özelliği geniş bir Alevi kırsal hinterlantına sahip olmalarıydı. 1960’larda birlikte açılan gurbet kapısından geçen Aleviler bu on yıl boyunca biriktirdikleri göçmen-sermayesini bu il ve bağlı ilçe merkezlerine akıtmış, yatırımları takiben kırsaldan bu merkezlere doğru yoğun bir Alevi göçü yaşanmıştı. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak Aleviler il ve ilçe merkezlerinde görünür olmaya başlamıştır. Bahsi geçen saldırıları yükselen Alevi görünürlüğüne karşı olduğunu iddia eden tezler bugün yaygınca dile getirilmektedir.

[4] Sevimli, İbrahim. (1993), Uzun Bir Göç Öyküsü: Halk, Göçmen, Azınlık ya da Ulus Olmak, Belge Yayınları.

[5] Bu yılların Avrupa’sında en yaygın siyasal etkinlik biçimi “Yılmaz Güney Anmaları” olmuştur. Bugün halen benzeri toplantılarda adı anılan Yılmaz Güney’in Avrupa’da, sürgünde vefat etmiş olması bu önemini anlamamız açısından önemli. Bu toplantıların hemen hepsinde en çok okunan metin ise Güney’in sürgünlük halini tanımladığı konuşmasından alınan şu cümlelerdir: “Benim için sürgün, ülkeme yeniden dönebilmek için kararlı bir mücadele demektir. Benim için sürgün dünya halklarıyla ilişki kurmak demektir… Benim için sürgün, sürgün demek değildir.” Sanıyorum bu dizelerle birlikte düşünüldüğünde, Sirkeci’nin işaret ettiği Avrupalı kurumların kendilerini tanımlamada “Yurt-dışı” kavramını kullanıyor olmaları anlaşılır olacaktır.

Diaspora’da Doğan Umut: Wcylef Jean.

Minor Hopes - BCZ 2010

Minor Hope - BCZ 2010

12 Ocak tarihinde yaşanan büyük depremle dünya gündemine gelen Haiti, Amerika’da yaşayan Haitili müzisyen Wyclef Jean’in (W.J.) 28 Kasım’da yapılacak seçimlerde bu küçük Karayip devletini yönetmeye aday olduğunu açıklamasıyla birlikte yeniden uluslararası medyanın odağı oldu. Time Dergisi’nin “halkını yoksulluk ve yolsuzluk cenderesinden kurtarmak üzere yola çıkan bir modern zamanlar Musası” olarak tanıttığı, Birlikte Yaşam Partisi lideri W.J.’nin göçmen-anavatan dayanışmasını çağıran “Yüz Yüze: Hep Birlikte Yapmalıyız” kampanyası diasporanın siyasal etkinliğine ilişkin özgün bir örnek sunuyor. Bu yazı içerisinde, göç-çalışmaları yazınında 1990’lardan bu yana önemli bir yer tutmaya başlayan bu bağa ilişkin kuramsal bir tartışma yerine W.J.’nin kişisel ve Haiti’nin ulusal biyografileri özelinde bu özgünlüğün anlaşılması açısından önemli olan uzun bir tarihsel arkaplan değerlendirilecektir.

Diaspora’nın Yetenekli Veledi…

1972 yılında Hıristiyan bir vaizin oğlu olarak Haiti’de dünyaya gelen W.J. dokuz yaşında ailesiyle birlikte New York’a göç ediyor. Müziğe olan ilgisini Berklee Müzik Koleji’ne taşıdıktan sonra 1990’ların The Fugees[1] topluluğuyla birlikte ilk önemli çıkışını yapıyor. Soul, hip-hop ve ragge gibi sömürgecilik tarihinin derinlerinden yankılanan müzik biçimleriyle geleneksel Haiti ritimlerini birleştiren topluluk göçmenliğe ilişkin duyarlı bir çizgi takip ediyor.[2] Haiti kimliğinin fena halde damgalandığı 1980’lerde Amerikan vatandaşlığına geçip Haiti pasaportunu yakmayacak kadar kimliğine sahip çıkan W.J.’nin bu çizginin izlenmesinde önemli bir rolü var.

Müzik kariyerinde doygunluğa eriştiği 2000’li yıllarda anavatana yönelik sosyal sorumluluk projelerine yönelen W.J.’nin 2005 yılında kurduğu Yéle Haiti (Haiti Özgürlük Çığlığı) vakfı anavatandaki binlerce gence eğitim bursu sağlıyor. 2007 yılında ülkeyi vuran Jeanna Kasırgası’nın yaralarını sarmak üzere etkinlik alanını genişleten W.J., 2007 yılında ülkenin uluslararası konumunu iyileştirmek üzere Haiti’nin iyi-niyet elçisi olarak görevlendiriliyor. Ocak ayında yaşanan depremle birlikte genç kuşaklar ve diasporanın erişimine kapalı, yolsuzluklara boğulmuş anavatan siyasetine doğrudan katılma kararı alıyor.

Afrika kadar Kara bir Coğrafya: Karayipler.

Coğrafi bir terim olan Karayip Havzası, Kuzey ile Güney Amerika kıtaları ve Meksika Körfezi ile Atlas Okyanusu arasında kalan, irili ufaklı 7 bin adayı kapsayan 24 ülkeyi içine alan bölgenin ismidir. Bermuda Şeytan Üçgeni’ni içeren bölgenin Avrupa, Afrika ve Amerika üçgeninde gelişen keşifler, sömürgecilik ve köle ticareti üçgeninin tam ortasında yer alması “Karayip” ismini derin bir tarihsel çerçeve içerisinden siyasal göndermelerle yüklü bir kavrama dönüştürüyor. Amerika kıtasının en fakir ülkelerinden biri olan Haiti, havzanın Küba’dan sonra ikinci büyük adası olan Hispaniola’yı Dominik Cumhuriyeti ile birlikte paylaşıyor.

5 Aralık 1492 yılında Kolomb tarafından keşfedilen Ada, şeker kamışı plantasyonu olarak sömürgeleştirildikten sonra yüzyıllar boyu Fransız, İspanyol ve Britanya sömürgeci güçleri arasında süren mücadelelerin ortasında kalır. 18. Yüzyıl sonunda bir kaç devrim girişimde bulunan Adalılar, Fransız Devrimi’ni bölgeye taşır ve 1 Ocak 1804’de bağımsızlıklarını ilan ederek tarihe ilk siyahi devleti[3] hediye ederler. Yerel dillerde toprak-ana anlamına gelen Ayiti ismini alan devlet 1815’de Simon Bolivar’ın İspanya’ya karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesini destekler ve Amerika’da süren kölelikten kaçan binlerce Afrikalı’ya sığınak olur. Gelişmelerden rahatsız olan Fransa 1825 tarihinde, 19. yüzyılın Küba’sı, Haiti’yi işgal eder.

20 yüzyılın başlarında ise Ada’da süregiden siyasi çalkantılardan tedirgin olan Fransa, Almanya, Amerika ve İngiltere bu bağımsız ülkeye yatırım yapan işadamları ve çıkarlarını korumak üzere 1914 tarihinde Ada’ya ortak bir müdahalede bulunurlar. Ada, 1915 – 1934 yılları arasında süren, 3 bin Haitilinin hayatını kaybettiği fiili bir işgal süreci arından Haiti ve Dominik Cumhuriyeti olarak ikiye bölünür. Amerika’nın çekilmesiyle birlikte yeni çizilen sınır boyunda 3 gün süren bir iç-savaş yaşanır ve 20 bin Adalı bu çatışmalarda hayatını kaybeder.

Ada, doktor-baba lakabıyla anılan François Duvalier’in başkan seçildiği 1957 yılına kadar bir dizi kanlı darbeye daha sahne olur. Doktor-baba’nın umutlu gelişi kendisini ömür boyu başkan ilan etmesiyle birlikte kararır. 1971 yılında ölümü ardından yönetimi devralan oğlu Jean-Claude, doktor-bebe, 1986 tarihinde yoğunlaşan gösterilerle birlikte adayı terk etmek zorunda kalana kadar 30 bin kişiyi meçhule kurban eden kanlı rejimin başkanlığını yapar. 1987 – 1990 tarihleri arasında bir tür ara rejim yaşayan Haiti 1990’da Jean-Bertrand Aristide’nin başbakan seçilmesiyle yeni bir dönemin kapılarını aralar. Fakat, 1991 yılında baş gösteren siyasal krizle birlikte Aristide Amerika’ya sığınmak zorunda kalır. 1994 yılında Birleşmiş Milletler’in[4] müdahalesiyle normalleşen Ada’ya dönen Aristide ülkenin yönetimine geçer. 2000 yılında yapılan ve muhalefetin boykot ettiği seçimlerde oyların %92’sini alarak yeniden seçilir. Fakat 2004’de Haiti’nin kuzeyinde çıkan bir isyan sonucu adayı tekrar terketmek zorunda kalır.

Literatür Yazan Göçmenler.[5]

12 Ocak tarihinde ardında 230 bin ölü bırakan depremin hemen ardından kaleme aldığı “Haiti Dersi” başlıklı bildiride, Fidel Castro’nun bize hatırlattığı üzere bölgenin ve Ada’nın dünya tarihindeki yeri bu denli derin. Bu derinliği Afrika’dan başlayıp Kuzey Amerika’da son bulan uzun ve henüz tamamlanmamış bir göç tarihi olarak okumak da mümkün. Nitekim, Afro-Karayip kavramı sosyal bilimler açısından önemli bir mefhum. Sonradan Kenya’nın ilk cumhurbaşkanı olan Jome Kenyatta ile başlayan ve günümüzde Stuart Hall ve Paul Gilroy’a kadar gelen köklü bir Afro-Karayip entellektüelizmine “anavatanlık” eden bölge, modern diaspora ve ulus-aşırı yazının doğuşuna da beşiklik eder. Çağdaş göç çalışmalarının yeni çerçevesini çizen “New York Şehrinde Karayip Yaşamı” (Elsa M. Chaney – 1987), “Çözülmüş Uluslar” (Nina Glick-Schiller et. al – 1994) ve “Ulus-aşırı Köy” (Peggy Levitt – 2001) gibi gibi çalışmalar yüzyıllardır üç kıta arasında gidip gelen Karayipli göçmenlerin tahayyül ve edimlerinin göç-çalışmaları yazınında yankılanmalarıdır.

Haiti: Sömürgecilikten Göçmenlik Mücadelesine.

Duvalier rejiminin başladığı 1960’larda Ada’yı terkeden orta-sınıf eğitimli kesimleri takiben rejimin sıkılaştığı 1970’lere doğru köylü ve vasıfsız göçmenler de denizlere düşer. Ada’nın demir bir yumrukla yönetildiği 1970’lerde ise bulabildikleri her imkanla Ada’yı terketmeye çalışan Haitililer tekne-insanları olarak Florida sahillerine vurmaya başlar. Bu imaj ada nüfusunun en önemli sorunlarının başında gelen AIDS hastalığıyla birleşerek 1980’lerde güçlü bir dıştalayıcı stigma olarak işlevselleşir. New York Şehri Halk Sağlığı Birimi 1982 tarihinde aldığı bir kararla “Haiti” kimlik kategorisini “Homoseksüel”, “Hemofili” ve “Eroin Bağımlıları” ile birlikte “doğal olarak AIDS taşıma riski yüksek” gruplardan biri olarak tanımlar (4-H Klubü). Böylelikle, tarihte ilk defa bir ulusal kimlik bir hastalıkla damgalanmış olur.

Bu dıştalamanın karşı-tepkisini yaratması uzun sürmez. Haitili göçmenler hızla siyasallaşarak diasporalaşır.[6] Örgütlenen göçmenler mücadelelerini 17 Ekim tarihini “Haiti Dayanışma Günü” ilan ederek duyurur. 1985 tarihinde New York’ta ilk “Haiti Kültür Haftası” düzenlenir ve dayanışma için ortak bir deklarasyon yayınlanır. Örgütlenme kısa sürede eyleme dönüşür. Şubat 1986 tarihinde 25,000 Haitili “Amerika! Haiti’den elini çek” sloganlarıyla Brooklyn sokaklarına dökülür. 1990 yılında ise tarihin ilk ulus-aşırı gösterisinde New York ve Port-au-Prince sokaklarına aynı anda çıkan binlerce insan kimliklerinin “doğal HIV virüsü taşıyıcısı” olarak damgalanmasını protesto eder.

Diaspora’nın Anavatan Mücadelesi.

Bu siyasallaşmanın anavatanda yankılanması geçikmez. Duvalier Rejimi göçmen-karşıtı milliyetçi bir söylem içerisinden yurtdışında yaşayan Haitilileri ülkelerinden kaçmış, güvenilmez ve ahlaki olarak yoz insanlar olarak damgalar. Rejim korkusunda haklıdır. 1980’lerden bu yana rejime karşı mücadele eden Aristide 1985 yılında göçmenleri anavatanda süren mücadeleye katılmaya çağırmıştır. Kuşkusuz, göçmenlerin ülke ekonomisine olan katkısı[7] ve Amerika gibi bölge politikaları açısından önemli bir ülkedeki lobi gücü[8] Aristide’nin 1990 seçimlerinde onbir parti arasından %67 gibi yüksek bir oy alabilmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Diasporayla ilişkilerini pekiştirmek isteyen Aristide, iktidara geldiği 1991 yılında Yurtdışında Yaşayan Haitililer Bakanlığı kurmuş ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Haiti Başbakanı olarak yaptığı konuşmada göçmenleri “benim insanlarım” diye selamlayarak destekleri için teşekkür etmişti. Seçim sonrası çalkantılı dönemi Amerika’da geçirdikten sonra ülkeye dönüşünde diasporayı Haiti’nin 10.  İdari Bölgesi ilan etmesi ise dünya tarihinin ilklerinden biri olarak alansızlaşmış ulus-devlet kavramının geliştirilmesinde önemli bir model olmuştur.

Diaspora’da Doğan Umut: Wcylef Jean.

İşte W.J.’nin yönetmeye aday olduğu ülkenin böyle bir tarihi var. Fakat, belirtmek gerekir ki, bu ulus-aşırı adaylık hem anavatan hem de diasporayı huzursuz etmiş durumda. Yıllardır diasporada siyaset yapan göçmen liderler W.J.’nin deneyimsizliğine işaret ederek kurtlar sofrası olan anavatan siyasetinde giriştiği maceranın kısa süreli olacağını söylerken, anavatanın siyasi seçkinleri ise W.J.’nin aday olabilmek için gerekli kıstasları yerine getirmediğini iddia ederek adaylığına kaş çatıyorlar.

W.J. El-Cezire’ye verdiği mülakatta başkanlık için neden doğru kişi olduğunu Aristide’nin halkın geniş desteğiyle yönetime gelmiş olmasına rağmen iktidarda bulunduğu dönem içerisinde ülkenin en temel sorunları açısından hiç bir iyileşme sağlanamadığına vurgu yaparak açıklıyor. İyi niyet elçilisi olarak ülkesini uluslararası platformlarda başarıyla temsil ettiğini hatırlatan W.F., amacının günde bir dolardan düşük bir ücretle çalışmak zorunda kalan, eğitimden mahrum Haitililerin 200 yıldır değişmeyen kaderini 21. yüzyıla taşımak olduğunu söylüyor. Başkanlık ettiği vakfın Ocak Depremi’nin yaralarını sarmak için kısa sürede 9 milyon dolar gibi bir yardım topladığını işaret ederek Haiti’nin ihtiyaç duyduğu tek şeyin ülkeyi uluslararası düzlemde doğru temsil edebilecek bir insan olduğuna inanıyor. Müziğiyle her zaman siyasetin içinde olduğunu belirterek ülkeye yıllık 2 milyar dolar girdi sağlayan diasporanın bu paranın nasıl harcandığıyla ilgili söz sahibi olması gerektiğini söylüyor. Ada’nın resmi dilleri Fransızca ve Kreol’e tam hakim olmayan W.J., ülke nüfusunun yarıdan fazlası oluşturan gençlere ulaşmakta bir sorunu yaşayacağını düşünmüyor.

Yeni dünyaları mesken tutan göçmenlerin yüzleri anavatana dönük halleri son yüzyıldır sosyal bilim çalışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu halleri yeni-evlerinde bir tür toplumsal-kültürel sapkınlık olarak algılanan göçmenlerin anavatanla olan ilişikliği eski-evlerinde de pek hoş karşılanmaz. Diğer yandan, modern siyasal kartografinin keskin sınırlarla çerçevelediği dünyamızda göçmenlerin iki ülke bir okyanus arası halleri mevcut kuramsal çerçeve ve yöntemsel araçlarla açısından da bir sorun teşkil etmektedir. Bu çerçeveden baktığımızda, W.J.’nin adaylığı tüm bu tartışmaların billurlaştığı paradigmatik bir vaka[9] olarak diasporanın anavatan siyasetine etkisi konu başlığında derslerde işlenmesi gerekli bir örnek sunuyor. Göç çalışmalarında literatür yazan Karayip Havzası yeni yüzyılda da önemini koruyacak gibi gözüküyor.


[1] Topluluk ismini İngilizce mülteci anlamına gelen “refugee” kelimesinden alıyor.

[2] Topluluğun özellike Gone Till November ve Sweetest Girl parçaları göçmenlikten kaynaklı dertleri saza söze taşıyor. W.J. 2006 tarihinde doldurduğu “Eğer Başbakan Olsaydım” parçası ise müzisyenin kişisel siyasal çizgisine ilişkin güzel bir örnek sunuyor: “Eğer başkan olsaydım… Cuma seçilir, Cumartesi suikasta uğrar ve Pazar gömülürdüm. Yaşlı bir adam dedi ki, milyarları savaşa harcamak yerine, gettoda kullana biliriz bu parayı. Biliyorum bazıları çok fakir. Yağmur yağdığında yıkanırlar anca… Ama radyolar bunu çalmaz. İsyan müziği derler. Nasıl geri çevirirsin. Musa’nın çocuklarını?… Eğer başkan olsaydım… Çocuklara Gerçeği söyleyin. Amerika’yı Kolomb keşfetmedi. Onlara Martin Luther King’den bahsedin. Gerçeği söyleyin. Kennedy’den bahsedin…”. http://www.youtube.com/watch?v=9pq_3OheqzU.

[3] İlk siyahi devlet kavramı kimilerimiz için rahatsız edici bir biçimde tınlıyor olabilir. Siyahi olarak çevirmeyi tercih ettiğim “black” ön-adı göç ve diaspora yazınında yaygınca kullanınan bir betimleme sıfatı. Buradaki kullanımın, siyahi toplumların daha önce devletleşememiş oldukları gibi oldukça Avrupa-merkezli bir yan-anlama da kapı aralar olmakla sorunludur. Fakat, tam da bu nedenle sahip olduğumuz kavramsal çerçevelerin açı-sorununu teşhir eder olmasıyla önemlidir. Diğer yandan, kavram, Fransız Devrimi’ni Avrupa dışına taşınmasında önemli bir rol oynayan Haiti’nin sömürge coğrafyasının tam ortasına bir devrimle diktiği bağımsızlık bayrağını selamlamaktadır.

[4] Birleşmiş Milletler’e bağlı uluslararası bir barış gücü (MINUSTAH) 1990 tarihinden bu yana Ada’da bulunmaktadır.

[5] Literatür Yazan Göçmen kavramını iki yönlü olarak kullanmaktayım. Kullanımım, öncelikle, Haiti’nin sömürge-karşıtı mücadele tarihindeki yeri bağlamında “tarih-yazan” bir ülke olmasına göndermeyle göç-çalışmaları tarihinde sahip olduğu özgün yere işaret eder. Diğer yandan, Görkem Dağdelen’in Göçebe Yazılar’da yayınlanan “Akademisyen ve Göçmenleri” başlıklı yazısında çizdiği kuramsal çerçeve içerisinden, bu tercihimle göçmenlerin göç-çalışmaları yazınında nesneleştiriliyor olmasına karşı bir tavır alıyorum. Özellikle, ilk kuşak ulus-aşırı yazında çokca kullanılan anekdot biçimli aktarımlarına hakim olan şaşkınlığına rağmen betimlenenlerin göçmenlerin gündelik yaşamında tüm kendiliğindenliği ve olağanlığıyla yaşanır olması gerçekte bu şaşkın-araştırmacı tipini konu ettikleri edimlerin nesnesine dönüştürmektedir. Yazındaki bu tarihsel karakterin önümüzdeki dönemde çokca maskara edileceğini ön-görmek önemli bir kehanet olmaz sanıyorum.

[6] Kavramsal bir tartışma başlığı olarak “göçmen” ve “diaspora” kavramlarının eş-içerikte olmadığını not etmek isterim. Bu noktada, her göçmen topluluk diaspora olamayacağı gibi bir göçmen toplumun göçmenlik sürecinin bir noktasında diasporalaşması söz konusu olabilir. Elbette ki, diasporalaşmanın sönmesinin de mümkün olması gibi.

[7] 2008 yılında Haiti’nin Gayri Safi Milli Hasılası’nın %20’sini göçmen dövizleri oluşturmaktadır. Haiti dünya göçmen döviz girdisi sıralamasında 10. sırada yer alırken ilk 15 ülke arasında üç Karayip ülkesi daha yer alıyor: Jamaika, El Salvador ve Honduras.

[8] Diaspora’da örgütlenen Lavalas (Tufan) hareketi bu süreçte önemli bir rol oynamıştır.

[9] Clifford Geertz’den doğru kullandığım paradigmatik vaka (paradigmatic event) kavramı, kendisinin Bali Horoz Dövüşü üzerine yaptığı inceleme çerçevesinde yazına kazanılmıştır. Horoz dövüşü gibi belirli bir vakanın, belirli bir topluluğun gerçekliği nasıl algıladığını ve bu tarihsel tahayyül çerçevesinde yapıp-ettiklerini nasıl kavramsallaştırdığına ilişkin bir kesit sunuyor olmasına işaret eder. Diğer bir deyişle, paradigmatik bir vaka olan geleneksel Horoz Düvüşü’nü Bali toplumunun toplumsal örgütlenme ve kültürel yapısının incelenmesinde temel bir olgu olarak ele almak ve incelemeyi bu olgu üzerinden sürdürmek mümkündür.

Londra’da Herkes Ankaralı

Ankara - Londra Hattı (Dijital Kolaj, Besim Can ZIRH 2010)

Ankara - Londra Hattı (Dijital Kolaj, Besim Can ZIRH 2010)

Mahalleden bir Enstantene… Letter Mevzu

Genç adam dükkandan içeri giriyor ve Ali Bey’i soruyor. Kısa bir takdimle High Hopes Avukatlık Bürosu’ndan Ahmet Bey’in selamı olduğunu söyleyerek, Ali Bey’in kendisine letter verip veremeyeceğini soruyor. Ali biraz isteksiz, geçen ay beş Ankaralı’ya daha letter verdiğinden yakınıp, Ahmet’in kendisinden başka dükkan sahibi tanıyıp tanımadığını soruyor. Genç adam bir şey bilmediğini, Ahmet’in dediklerini yaptığını, Ali’nin vereceğinin eni sonu bir letter olduğu ve yardımcı olsa ne olacağını soruyor.

Ali letter yazmayı kabul ediyor ve boş bir masaya oturuyorlar. Genç adama bir şey yiyip yemiyeceğini soruyor. Genç adam daha yapacak çok işi olduğunu söyleyerek teşekkür ediyor. Çaylar söyleniyor ve genç adam yanında taşıdığı dosyadan temiz bir A4 kağıdı ve kalem çıkartarak yazmaya başlıyor. Ne Ali ne de genç adamın İngilizcesi böyle bir mektubu yazmak için yeterli değil. Genç adam yanında getirdiği örnek letterdan bir kaç cümlenin yerini, yazan ve referans olunan kimsenin isimleri ve tarihi değiştiriyor. Ali imzalıyor. Ali genç adamın ne iş yapacağını soruyor. Genç adam, “fotoğrafçılık” diyor. Türkiye’de üniversite okumuş, okuldayken amatör olarak ilgilenmiş. Zaten başvuruda belirtecek başka bir altın bileziği de yokmuş. Ali gülümsüyor, geçen yıl Türkiye’den getirdikleri, çayları getiren dayısının oğlunu işaret edip, “bak bu da fotoğrafçı” diyor. İki Ankaralı genç kısa süreli bakışıyor.

Genç adam, Ali’den aldığıyla birlikte o gün toplam beş letter topladı. İki tane kebapçıdan, bir tane shoptan, bir tane saz okulundan, bir tane de yeni açılan Türkiyeli bir sanat evinden. Letterların yazdığı hep aynı şey: Bu mektubu yazan şu kişidir, şurada şu işi yapmaktadır, başvuru yapan kişiyi tanımaktadır. Kısacası, genç adam iş kurma vizesi aldığı ve sunacağı hizmete ihtiyaç duydukları takdirde kendisinden hizmet satın alabileceklerini belirten basit bir referans mektubu mevzubahis olan.

Londra’ya Altına Hücum.

Kısa letter anektotu son yıllarda Londra’nın Türkiyeli mahallelerinde her hafta yüzlercesi yaşanan benzeri hadiselerden hikayeleştirilmiştir. Halk arasında “Ankara Anlaşması” olarak bilinen, Türkiye’nin Avrupa’yla olan uzatmalı ilişkisinin ilk flörtleşmelerinden, bir ortaklık belgesinin keşfiyle başlayan yeni bir göçmenlik döneminden insan manzaraları. Bu anlaşmaya değinmeden önce Türkiye’den Britanya’ya yaşanan göçe ilişkin kısa bir arkaplan betimlemek gerekiyor. Söz gelimi, Ali ve Ahmet’in ilişkisine dair.

Zamanın ve hayatın yavaş aktığı bir Anadolu kasabasında sıkışmışken Londra’dan gelen bir telefonla başlıyor hikaye. Altı ay öncesi gidip oralarda düzenini kuran ağabeyi Ali’yi çağırıyordu o telefonda yanına, Londra’ya. Henüz Türkiye’ye vize kısıtlamasının uygulanmadığı yıllardı. Ali, önce il merkezi ve Ankara’da ülkeden çıkışı için gerekli belgeleri toplamış, ardından İstanbul’da akrabalarının yanında bir hafta misafir olmuş, Londra’dan önce İstanbul’u da görmüştü. Asıl niyetini gizler düşüncesiyle varsıl bir adam gibi görünmek için Manifaturacılar Çarşısı’ndan yeni bir takım, bir de bavul almış, havalimanında on katı parasına damat tıraşı olmuştu. Londra’ya iç-güveysi gidiyordu. Ağabeyi kahveye açtığı telefonlarda gümrükte yapması gereken her bir şeyi tek tek anlatmıştı defalarca;

“Düğüne geldim diyeceksin,” “hiç korkma burada polis sana elini bile süremez,” “çok zorlarlarsa gönderdiğim parayı o zaman gösterirsin,” “ama önce verdiğim adresi, telefon numarasını göster,” “eğer bir şey olacak olursa telefon etmek istediğini söyle, bir avukat arkadaş seni havaalanında bekliyor olacak zaten.”

Ahmet işte o avukat arkadaştı. Londra’da şubeleşmiş bir sol örgütün dil bilen genç üyesi olarak, sempatizan olan ağabeyinin ricasıyla karşılamaya gitmişti Ali’yi. Avrupa’da vizesiz kalan tek ülke Londra’ya gelişler 1980’lerin sonuna doğru hızlanıyordu. 1989 yılına gelindiğinde Anadolu’nun onlarca yöresinde, yüzlerce kahve telefonu “acı acı” çalarak İngiltere’nin Türkiye’ye vize uygulamaya başlayacağı haberini yayıyordu. Sırasını bekleyenler bu haberle birlikte gidiş takvimini hızlandırmaya başladı. Vize kısıtlaması gelişleri durduramadı.

Uygulamadan önce ülkeye akraba düğününde takı takmaya, yeni yıl kutlamaya, Fenerbahçe maçı izlemeye gelip sonradan “illegale düşen” ve dönmeye de pek niyetli olmayan binlerce “turist” iltica ederek kalışlarını yasal güvenceye aldı. Geç kalanlar ise bir şekilde gümrük kapılarına ulaştıktan ya da şebeke vasıtasıyla ülkeye girdikten sonra iltica başvurusu yapıyordu.

Britanya kendi özgün tarihsel koşulları nedeniyle Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan göçlerden muaf kalmıştı. Yoğun iltica-göçleri başlamadan önce bu ülkede yaşayan Türkiyeli göçmen nüfus, çoğunluğunu 1971 ve 1980 darbeleri öncesi ya da sonrası siyasi ya da yarı-siyasi olarak gelen öğrenci ve Londra merkezli tekstil sektörünün özel kanallarla Türkiye’den çektiği küçük bir kalifiye iş gücünden ibaret, bir kaç bin kişilik bir topluluktu.

Vize uygulamasının başladığı 1989 Haziran’ı ile iltica başvuru koşullarının ağırlaştırılmaya başlandığı 1994 tarihler arasında son fırsatı kaçırmak istemeyen onbinlerce insan Avrupa’nın bu son bakir toprağına “altına hücum” etti. Londra’da hali hazırda kök salmış bir kaç sol örgüt bu dalgayı yönetmekte oldukça uzmanlaştı. Kimi zaman gümrükte biriken insanlarla nasıl baş edeceğini bilemeyen resmi kurumlar doğrudan Türkiyeli toplum merkezlerini arayarak yardım istiyordu.

Asıl yaptıkları resmi başvuru formlarını doldurmak olan bir avuç “üniversiteli-okumuş” genç, kırsal bölgelerden gelen binlerce insanın sistem tarafından kayıt altına alınması ve dolayısıyla sistemin olanaklarından pay almalarına uğraşarak geçirdi yirmili yaşlarını. “Avukat” yakıştırması bu yıllardan kaldı. Bu dönemde öne çıkan isimlerden birinin 40 bin iltica başvurusunu bizzat hazırladığı hala yaygınca anlatılan efsanelerden biri Londra’nın Türkiyeli mahallelerinde. O yıllarda bu işi bağış karşılığı örgütün yararına yapan Ahmet bugün, yasal bir boşluğun keşfiyle başlayan Ankara Anlaşması furyasından para kazanan bir hukuk bürosunda case worker olarak çalışıyor. Hukukun bir serbest piyasa alanı olduğu bu ülkede Türkçe bilen ve Türkiyeli toplumu yakından tanıyan bir kişi olarak “avukatlık” yapmaya devam ediyor.

A.E.T.’den A.B.’ye Unutulmuş Bir Anlaşma…

Peki nedir bu Ankara Anlaşması? Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan ve adını toplantının yapıldığı başkentten alan Ankara Anlaşması, Türkiye’nin AET’ye entegrasyonunu kolaylaştıracak bir dizi ticari ve ekonomik ilişkinin tesisini öngörmekteydi. “Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Türkiye arasında ortaklık tesis eden Anlaşma” olarak anılan bu belgenin ikinci maddesi anlaşmanın amacını şu şekilde açıklıyor:

“Bu anlaşmanın amacı, taraflar arasında, Türk ekonomisinin hızlandırılmış gelişimini sağlamak ve Türk toplumunun istihdam seviyesi ve yaşam koşullarını geliştirmek üzere gerekli ihtiyaçları dikkate alarak, ticari ve ekonomik ilişkilerin devamlı ve dengeli güçlendirilmesini desteklemektir.”

Anlaşmaya göre Türkiye’nin AET’ye tam üyeliği 25 yılı aşmayacak üç dönemli bir süreç olarak düşünülmüş. Anlaşma, taraflar arasında ticari ve ekonomik ilişkilerde gümrük duvarlarının aşamalı olarak kaldırılmasını getirirken Türkiyeli işgücüne hareket serbestisini de geliştirmeyi öngörmüş. 23 Kasım 1970 tarihinde getirilen katma bir protokol bu çerçeveyi sıkılaştırarak yerleşme ve hizmet serbestisinin önü de açmış. Fakat, sonrasında Türkiye’de iki darbe arası ve sonrası yaşanan gelişmeler bu anlaşmanın gereklerinin uygulanmasına pek fırsat vermemiş olmalı. Bu yıllar boyunca Türkiyeliler 1970’lerin ortalarına kadar kontrata dayalı ziyaretçi işçilik, sonrasında aile birleşimi ve evlilik, 1980’ler sonrasında ise iltica yoluyla Avrupa’ya göç ettiler.

Bir Biyografide Üç Göçmenlik: Turist, Mülteci, İşadamı…

Anlaşmanın hatırlanmasına yol açan hadiseyi bu tarihsel çerçeve içerisinden değerlendirmek gerekiyor. 1984 yılında Britanya’ya bir aylık turist vizesiyle giren Abdülnasır Savaş vizesinin tarihi geçmiş olmasına rağmen ülkede kalmaya ve çalışmaya devam eder. Yapmış olduğu birikimlerle bir işyeri açarak iktisadi etkinliklerine devam eden Savaş, 1991 yılında “yasal ikamet izni” için Britanya makamlarına başvuruda bulunur. Savaş’ın başvurusu ülkede kalışını kendisine tanınan yasal çerçevenin dışında uzatmış olması nedeniyle reddedilir. Savaş’ı temsil eden hukuk bürosu AET ve Türkiye arasında imzalanan anlaşmanın dikkate alınmasını talep eden ek bir başvuru hazırlayarak davayı 1997 tarihde Avrupa Adalet Divanı’na taşır. Davayı 2000 yılında Savaş’ın lehine karara bağlayan mahkeme, yukarıda belirtilen katma protokole işaret ederek anlaşma hükümlerinin halen bağlayıcı olduğuna hüküm verir.

Abdülnasır Savaş Davası Londra merkezli hukuk büroları tarafından temsil dava olarak benzeri başvuruların yapılmasında kullanılır. Özellikle, Türkiye’den yapılan iltica başvurularının çoğunlukla reddedilmeye başlandığı 2000’li yıllarda keşfedilen anlaşma, Britanya’ya göç etmek isteyen Türkiyeliler için yeni bir yöntem olarak kısa sürede yaygınlaştı. Bu süreçte, Britanya’ya gelerek iltica başvurusu yapmış fakat davaları olumsuz sonuçlanmış bir çok kişi de Ankara Anlaşması’na başvurarak ülkede kalışlarını yasal güvenceye almaya yöneldi.

Londra’da Türkçe ve İngilizce dillerinde yayınlanan yerel gazetelerden biri olan Turkish Times’ın bilgi edinme hakkı yasasından faydalanarak yaptığı başvuru sonucunda edindiği rakkamlara göre, yanlızca 1 Ocak 2006 ve 28 Şubat 2010 tarihleri arasında 8,705 Türk vatandaşı Ankara Anlaşması’ndan faydalanmak üzere başvuru yapmış, bu başvuruların 7,035’i bir yıllık iş-kurma ve oturum vizesi almıştır. 2000 yılından bu yana ise toplamda 10,755 Türk vatandaşının başvuruda bulunduğu belirtilmiştir. Kısacası, aradan geçen 25 sene içerisinde, göçme stratejileri ve yasallık kazanma prosedürleri dışında değişen pek bir şey yok. Londra’ya altına hücum devam ediyor.

Yeni bir Hayata Nasıl Başvurulur…

Çerçevesi oldukça tanımlı olan bu anlaşmadan faydalanmak için Britanya İçişleri Bakanlığı (Home Office) internet sayfasından indirilecek bir başvuru formunun eksiksiz tamamlanarak belirtilen adrese gönderilmesi gerekiyor. Bu forma ek olarak, başvuru sahiplerinin kurmayı taahhüt ettikleri işi hayata geçirebileceklerine dair çeşitli belgeler de sunması bekleniyor. Söz gelimi, başvuru sahibinin gerekli vasıflara sahip olduğuna dair referans, sertifika ve diplomalar, taahhüt edilen işi ayrıntılı olarak açıklayan bir iş planı ve gerekli finansal birikime sahip olunduğu gösteren belgeler. Ve elbette ki, başvuru sahibinin kurmayı planladığı işe talep olduğu gösteren, potansiyel müşterilerden alınacak letterlar.

Gerekli belgelerin postalanması dışında başvuru süreci tümüyle ücretsiz. Elbette ki, başvuruyu tamamlamak için dil bilmek gerekiyor. İşte tam da bu noktada Ankara Anlaşması çerçevesinde oldukça önemli bir sektörün oluştuğunu belirtmek gerekiyor. Sektörün hacmini şu şekilde hesaplamak mümkün. Hukuk büroları vasıtasıyla yapılacak bir başvurunun ortalama maaliyeti 1,000 pound. Herhangi bir büroya bağlı olmadan “özel danışmanlık” veren kişilerin ücreti ise 500 pound civarında değişiyor. Bugüne değin 10,000 başvuru yapıldığı ve ortalama ücretin 750 pound olduğu düşünülürse, sektörün hacmini 7,500,000 pound olarak hesaplamak mümkün.

Bu meblağ sadece bir yıl için verilen ilk vize başvurularını kapsıyor. Başvuru sahibi yapmayı taahhüt ettiği iş konusunda başarı gösterdiği takdirde vizenin üç yıl daha uzatılması için ayrı bir başvuru yapması gerekiyor. Bu sürenin sonunda ise vatandaşlığın kapısını açan sınırsız oturuma sıra geliyor. Uzatma başvuruları ve muhasebe işlemleri için gereken “danışmanlık” ücretleri de bu hesaba katıldığında sektörün gerçek hacminin 10 milyon pound üzerinde olduğunu söylemek mümkün.

Neden Gitmek?, Her şeyimiz ayrı bir Rahatsızlığımız Ortak…

Ankara Anlaşmasına başvurmayı düşünen, Türkiye’den ziyarete gelmiş bir arkadaşımla birlikte başvuru sürecini başarıyla tamamlamış Arif ile buluştuk. Benzeri bir mesleğe sahip oldukları için mahalleden, Arif ile konuşmamızı tavsiye etmişlerdi. Arif Türkiye’de tamamladığı eğitimi ardından Kanada’ya yüksek öğrenim için gitmiş, beş yıl kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmüş ve altı ay kaldıktan sonra Ankara Anlaşması’yla Londra’ya gelmiş bir kişi. Oturduğumuz pubda biraz yeni gelmiş baharın hoşluğu, biraz sohbette konuşulanların melankolisiyle kısa sürede “sizli-bizli” girizgahtan “sen de bilirsin” kıvamına geldik. Arif Ankara Anlaşması’na başvurmaya nasıl karar verdiğini şu şekilde izah ediyordu:

“Bu yaşamsal bir karardı… Türkiye benim için yaşanabilir bir ülke değil. Kanada’ya giderken, okyanusu aştığımda her şeyi aşmışım. Türkiye’ye döndükten sonra bunu anladım. Rahat edemedim Türkiye’de. İstanbul’da 6 ay çalıştım. Güzel bir işte çalışıyordum. İstediğim yerde yaşıyordum. Ama yapamadım. Sosyal ortamı bana göre değil. Bu, ülkenin sorunu değil aslında. Senin yaşam standartlarınla ilgili bir sorun. Değişen sensin, değişmeyen Türkiye. Rahatsızlık buradan doğuyor. Bu ülkede böyle yaşamaktansa Kanada’da asgariyle yaşarım, kafam rahat olur, kişisel özgürlüklerim olur diyorsun.”

Tıpkı iltica dalgasında olduğu gibi Ankara Anlaşması’nın da suistimale açık olduğunu ve “yalan” başvurularla “istismar” edildiğini düşünen insanlar çoğunlukta.

Akrabasının berber dükkanında koltuk kiralayıp başvuranlar, temizlik şirketi kurma iddiasındaki ilk okul mezunu teyzeler, cafelerde gözleme açan cateringci ablalar, derneklerde bağlama dersi veren müzik şirketi sahibi abiler, fotoğrafçı garson gençler, İngilizcesi kıt halkla ilişkiler uzmanı üniversiteliler gibi fıkralık örnekler bu iddiayı destekler gözükse de belirtilmesi gereken birkaç nokta daha var.

Öncelikle, ekonomik olarak hayatta kalabilmenin oldukça zorlu olduğu Londra’da Ankara Anlaşması’nın sağladığı geçici ikameti uzatabilmek oldukça meşakkatli bir . Dolayısıyla başvurusu ne olursa olsun bunu başaran insanların Britanya ekonomisine ciddi bir katkı sunuyor. Diğer yandan, Türkiye’deki siyasal gelişmelerden rahatsızlık duyan orta-sınıfın da anlaşmaya yöneldiğini belirtmek gerekiyor. Kalifiye Göçmen Programları’ndan yararlanabilen genç mezunların aksine orta yaş üzeri orta-sınıf profesyonel kesimler için yurtdışına yerleşebilmek için ender seçeneklerden biri bu anlaşma. Londra’daki bazı hukuk büroları, Ankara Anlaşması’nın Türkiye’den başvurulara açıldığı 2009 tarihinden bu yana, hizmetlerini İstanbul, Ankara, İzmir ve Gaziantep gibi şehirlere taşıdılar. Dolayısıyla, bir çok insan işini gücünü bırakıp, yollara düşmeden de şansını deneyebiliyor artık.

Kısacası, Türkiye’nin bir türlü düzelmeyen meseleleri binlerce başka insanı da “yaşamsal karar” almaya itiyor. Avrupa’nın koşullarından haberdar olan, deneyimlemiş insanlar sahip oldukları toplumsal, sınıfsal ve de kültürel farklardan bağımsız olarak Türkiye’nin yaşam standartlarına karşı duydukları rahatsızlıklarda ortaklaşarak gurbet hasretine tutuluyorlar. Bir siyasi partinin dilinden haykıran “ya sev ya terk” sloganı ülkenin yalın gerçekliği olarak duyumsanıyor bir çok insan tarafından. Sevmesi kolay olmayan Türkiye’nin Avrupa’nın kıyasında kalmışlığı gitmek ve kalmak arasındaki ince çizgiyi daha da keskinleştiriyor.

Dolayısıyla, dert daha çok para kazanmak değil sanıldığının aksine. Arif’in tariflediği gibi toplumsal olarak rahat edememe halinden mustarip bir çokları. Kimisi kaldırımların yüksekliğinden yakınıyor, yaya geçitlerinde durmayan trafikten, diğeri şöyle rahatça oturabileceğin bir park bulamamaktan, bisiklete binememekten, otobüs şoförlerinin kabalığından, yüksek binalardan gözyüzünü görememekten, insanların gözünün içine bakmasından, akrabaların her şeyi bilmek istemesinden, hayattaki her durumda bir “arıza” çıkmasından… Ama özellikle kadınlar… bazen kendilerinin dahi tanımlamakta zorlandıkları bir “rahatlıktan” dem vuruyorlar… rahat giyinmek, rahat dolaşmak, bir yere gidip rahatça oturmak… erkeğin buyurgan ve utandırıcı bakışlarından muaf olmaktan.

Uzayan sözün kısası, 1960’larda Türkiye’nin A.E.T.’ye entegrasyonunu kolaylaştırmak için imzalanan Ankara Anlaşması kırk yıl sonra Türkiye’nin A.B. dışı bırakılmışlığını by-pass eden bir anomali olarak belirmesi hikayedeki ironinin bir yüzü. Ankara’nın ne kadar Avrupalı bir kent olduğu tartışılır ama, ironinin diğer yüzü bu ya, Avrupalı olma yolunda Londra’ya gelen herkes bu aralar Ankaralı. Uzunca bir süre de böyle olacak gibi gözüküyor.

Göçmen Dayanışma Ağı adına Evrensel Gazetesi için yazdığımız yazımız.

Belirsiz bir geleceğin yolcusu Göçmen Kadınlar:

Evdeki Yeni Yardımcılar

Ayşe Akalın, Zeynep Kaşlı.

Başbakan Erdoğan’ın Mart 2010’da Türkiye’de yaşayan Ermeni göçmenler hakkında sarf ettiği tehditkâr sözler Ermenileri beklenmedik bir şekilde kamuoyunun gündemine getirdi. Her ne kadar Ermenistan vatandaşlarının Türkiye’de çalışıyor olması tarihsel sebeplerden ötürü konuyu farklı bir boyuta taşısa da, bu meselenin asıl önemi bir başka noktada yatmakta. 1990 sonrası Türkiye’ye yönelik yeni göçler içinde Ermenistan’dan gelenler aslında buzdağının sadece küçük bir parçası. Asıl olay ise Türkiye’nin 1990’ların başından itibaren çok farklı coğrafyalardan göç alan bir ülke haline gelmesi. Kendi içlerinde ekonomik sebepler ile Türkiye’ye çalışmaya gelen işçiler, çoğunlukla Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Türkiye’den transit geçenler ve üçüncü ülkelerden mültecilik hakkı beklerken Türkiye’de sığınmacı statüsünde kalanlar gibi alt gruplara ayrılmak ile beraber, göçmenlerin hepsi aslında büyük ölçüde benzer bir kaderi paylaşıyorlar: Vatandaşı olarak doğdukları ülkelerden kopmak zorunluluğunun neticesinde geldikleri ülkede, yani Türkiye’de, birçok temel hakka erişimleri olmadan, belirsiz bir geleceğe doğru  “görünmez” olarak uzun bir süre yaşamak zorunda kalmak.

Son dönemde, göç alanının yasal çerçevesini düzenlemek üzere, “yabancılar” ve “iltica”  başlıkları altında bazı kanun tasarıları ve bunlara istinaden genelgeler çıkarılıyor. Ama bu çalışmalar Türkiye’deki göçmenlerin temel ve acil sorunlarını dikkate almaktan çok uzaktalar. Aksine, Avrupa Birliği’nin talepleri, teşvikleri ve dayatmalarıyla düzenleniyor izlenimi veriyor. Sonuç itibari ile Türkiye’deki yasal statüleri ne olursa olsun göçmenlerin sorun ve durumlarını muhatap almayan farklı hukuki düzenlemeler, göçmenleri salt kısıtlamak ya da dışlamakla kalmayıp onları daha da görünmez kılıyor ve kendi sorunlarıyla baş başa bırakıyor.

Her Daim Kaçmak Zorunda Olmak…

Göçmenlerin hukuki alanda maruz kaldıkları  sorunların en önemlilerinden biri Türkiye’de çalışma ve ikamet izni almanın imkânsıza yakın zorluğu. Sığınmacı statüsündeki göçmenlerin kendilerine verilen kısıtlı ikamet süresi, çalışma izni almalarına mani oluyor. Ekonomik göçmenlerin çalışma izni başvuruları ise sadece ülkeye girmeden ve ancak eş zamanlı bir işveren başvurusu ile yapmaları zorunluluğu sebebi ile bu başvuruların yapılmasını bile imkansız hale getiriyor. Fiiliyattaki bu durum var olan hukuki düzenlemelerin de neredeyse hiçbir göçmenin hayatına olumlu bir değişiklik getirmeyen “sözde düzenlemeler” olarak kalmasına sebep oluyor.

Bütün bu kısıtlamalar sonucunda göçmenler kendilerine reva görülen “kaçak” statüsünde yaşamaya mahkûm kalıyorlar. Özellikle ekonomik sebepler ile göçenlerin hukuki görünmezliklerini kendilerinin de büyük oranda sürdürmeye çalışmaları, kendilerini dışlayan bir sisteme karşı bir tür savunma mekanizmasından öte bir şey değil.

Hukuksuzluğa terk edilen göçmen kadınlar ne yapacak?

Türkiye’deki göçmen kadınların sorunları arkalarında bıraktıkları aileleri, burada kaldıkları uzun sürelere karşın içinden çıkamadıkları “hukuksuz” statüleri yüzünden sürekli sınır dışı edilme tedirginliğinin getirdiği görünmez olma/kalma çabası, kendilerini ortasında buldukları erkeklik-devlet-aile koalisyonunun çatırdaması süreçleri gibi çok boyutlu ve karışık bir hikâye. Yakın dönemde gündeme gelen bir Türkmen bakıcının tecavüze uğradığı iddiası işte böyle bir çerçevede, yani farklı hak yoksunluklarının “göçmenin hukuksuzluğu”nda vücud bulması şeklinde okunması gerekir. Göçmen bir kadın için tecavüz sadece cinsel şiddet mağduru olmak değil, bu şiddetin kayıtlara geçtiği anda kendisinin sınır dışı edilmesi ve böylece de ailesi için kurduğu bütün bir hayat planının yok olması anlamına gelmektedir.

Göçmen Dayanışma Ağı olarak amacımız  özelikle bir “hukuksuzluk”ta vücud bulan göçmenliğin bu farklı  mağduriyet katmanlarını Türkiye gündemine taşımak ve mevcut sorunları muhataplarının talepleri ile orantılı olarak çözme gayesi güden bir siyasete işaret etmektir. Türkiye’nin artık binlerce “yabancı” kardeşleri, dostları, yaşayanları var. Bu insanların sorunlarını, onların bu sorunlarını yaşadıkları yerlerden bakarak, görebilmek hepimizin sorumluluğu.

Göçmen Dayanışma Ağı’yla iletişim için www.gocmendayanisma.org

GÖÇMEN KADINLARIN YAŞAMI İŞVERENİN  İNSAFINDA

Ekonomik nedenlerle hukuki görünmezliklerini devam ettirmek zorunda kalan göçmen kadınlar için ev işi sektörü önemli iş alanlarından birisi olarak ortaya çıktı. Ev işinin göç çeken bir alan haline gelmesi aslında birbirinden çok farklı iki grubun, yani işveren olarak “yerli” kadınların ve çalışan olarak göçmen kadınların, taleplerinin tarihsel bir tesadüf sonucu aynı noktada kesişmesinin hikayesidir. Göçmenler yazımızda belirttiğimiz sebeplerden dolayı Türkiye’de bulundukları süreler boyunca somut bir güvenlik ihtiyacı içinde yaşarlar. Bu yüzden Türkiye’de ev işinde göçmenlerin çoğunlukla yatılı olarak çalıştırılmaları, onların bu güvenlik ihtiyacını en somut biçimde karşılıyor. Ayrıca işverenlerinin evinde yatılı kalan göçmen bakıcılar temel barınma ve beslenme ihtiyaçlarını da işverene havale edebiliyor, bu sayede Türkiye’de çalıştıkları geçici süreyi olabildiğince çok maddi birikim yapabilecek şekilde değerlendiriyorlar. Ama bu karşılıksız bir kazanç değil. Ödedikleri bedel, Türkiye’de korkuyla karışık bir kaçaklık statüsünde yaşamak kadar, kendi ailelerinden ve sevdiklerinden uzakta, bambaşka bir ailenin yanında geçirdikleri ve tamamen işverenin insafı doğrultusunda şekillenen yıllar.

EV İŞİ VE BAKIM YÜKÜNÜN  “GÖRÜNMEZ” TAŞIYICILARI

Güvenlik, barınma, beslenme gibi taleplerin kesişmesi meselesinin diğer tarafındaki aktörler ise Türkiye’deki işverenlerdir. Varolan sistemde bakım ve ev işinin bütün sorumluluğunun aileye ve böylece da kadına terk edilmiş olması, daha somut bir ifade ile devletin de erkeklerin de bu alanda hiçbir sorumluluk taşımamaları, Türkiye’de sınıflar ve kökenler üstü bir gerçek olarak süregelmiştir. Bu durumun kırılmaya başlamasının iki önemli sebebi çalışan üst orta sınıf, beyaz yakalı kentli kadınların sayıca, yaşlı nüfusun da oransal olarak artmasıdır. Sonuçta evleri, aileleri ve mesleklerinin çok farklı taleplerini yerine getirmekte zorlanan kadınlar tek çıkış yolu olarak profesyonel bakıcı ve yardımcılara muhtaç kalmaktadır. Evde yatılı olarak istihdam edilen bir hizmetli onlar için yedek bir güç, adeta profesyonel bir ev kadını görevini üstlenmekte, böylece Türkiye’deki sistemin çok önemli bir gediği aslında “görünmez” olan göçmenler tarafından doldurulagelmekte.

Bu hafta derste “Irk ve Etnisite” başlığını işledik.  Her hafta üç saatlik derslerimizde öğrencilere güncel  örnekler üzerinden bazı temel sosyolojik kavramları öğretmeye çalışıyorum. Bu haftanın payına  da “streotyping/kalıplaşmış düşünce”, “prejudice/önyargı” ve “discrimination/ayrımcılık” düştü. Bu konulara örnekler muhtelif tabi. Ben bir anda öğrencilerin çok da üstüne gitmiş gibi olmamak için  daha çok Amerika’daki siyah/beyaz ayrımını kullanan örnekler kullanıyorum. Eskiden sınıflarım 30 kişi civarı iken “sizce Türkiye’de  ırkçılık var mı?” diye sorar, tartışmayı oraya bağlamaya çalışırdım. Şimdi öğrenci sayısı her sınıfta 6o civarı olduğundan böylesine ağır bir tartışmayı makul düzeyde götürmek bu ölçülerde pek mümkün olmuyor.

Ama gene de daha sudan örnekleri ele alarak bile kayda değer birşeyler yapıyoruz sanırım. Çünkü o bir-iki saatte yapılan ıvır zıvır tartışmanın bile öğrencilerin hayatında kayda değer bir bilgiye dönüşebildildiğini görebiliyorum. Lisede iken ilk kez Mete Tunçay’ın televizyonda bir programda Kurtuluş Savaşı ile ilgili o zamana kadar ömrümde duymadığım şeyler anlattığını duyduğumda ne kadar şaşkınlığa uğradığımı hatırlıyorum. Öğrencilerimin geçtiği yoldan ben de geçtim. Gerçek ile “öğretilen” arasındaki mesafe farkının farkına varmanın bile ne anlama gelebileceğini biliyorum.

Bu girizgah neden? Çünkü bir yandan TC’de ırkçılık nasıl öğretilir, buna kafa yormaya çalışıyorum. TC’de ırkçığımızla yüzleşeceğimiz o kadar çok hadise var ki. Ama bu hadiseleri algılamamızı, konuşmamızı, anlamlandırmamızı sağlayacak geniş katılıma açık bir alan, bir dil yok. O yüzden görüyor ama diyemiyor, duyuyor ama anlatamıyoruz. Benim  “açılım” diye yapacaklarını söyledikleri şeyden  anladığım bu idi. Artık “Müsluman Türkler kimseye zarar vermiş olamaz” diyen bir başbakanın anlamsız sözlerini pas geçip “her toplum bugün oldukları noktaya ancak pek çok acılar tarihinden geçerek gelebilmiştir”i konuşabilecektik. Olmadı, olamadı. Her güzel şey gibi geç bulduk, çabuk kaybettik ama biz onun fikrini bile çok sevdik.

Ki ırkçılık da öyle bir alan ki ona açılımlar yetmez. Kendine devamlı yeni alanlar, yeni eşitsizlikler, yeni ayrımcılıklar yaratır, yeni kurbanlar bulur. Amerika mesela, bu konuda diğer örnek olarak en iyi bildiğim vaka. Bir seviyede müthiş kayda değer bir gelişim.  Köleciliğe dayalı bir geçmişten, tarihin en ilerici toplumsal mücadelelerinden biri olan Sivil Haklar Mücadelesine, oradan da siyah bir başkana. Kimse küçümsemesin, bu büyük bir gelişmedir, her zaman takdire şayan kalacaktır. Ama yani Amerika’nın ırkçılıktaki en geniş fay hattı olan siyah/beyaz ayrımı biraz rahatlar da ne olur? Sahip olunan yapısal dengesizlik aynen kalır, içleri başka ilişkiler, aktörler, örnekler ile doldurulur. Nefretin nesnesi siyah beden gider göçmen gelir, ırkçılık baki kalır.

Ah şu göçmenler! Ne kadar çok yerden çıkabiliyorar. Üstelik hem yeni sorunlar yaratıp, hem de  eskilerini hortlatıveriyorlar. Türkiye’de ırkçılık var mıdır? Ne münasebet! Türk halkı misafirperver, devleti de alicenaptır. Yüzyıllar boyunca üç kıtada nam salmış, tebasına güvenlik , adalet getirmiş bir devletin torunlarının milletidir..dir dir de dir dir.

Canan Arıtman Başbakan’dan böyle bir talepte bulunurken aklından neler geçmiştir acaba? Söz konusu olan onbinler ile ifade edilen bir göçmen grubu iken salt bir kişinin sağlık sorunu ile ilgili olarak  diğerleri hiç yokmuşçasına böylesine –sözde- ısrarcı olmak ona kendisini nasıl hissettirmiştir? Tek bir kişiyi dert etmişçesine görünürken benzer durumlarda olabilecek daha pek çok göçmenin durumunu aklına bile getirmemenin aslında ne kadar ayrımcı  bir istek olduğunu hiç mi düşünemez?  Böyle bir talep ile birleştirilen “Bugün 24 Nisan ve Ermeniler bizi işlemediğimiz bir suçla suçluyor. Biz Türk milletinin ne kadar asil olduğunu; darda, zorda olana nasıl el uzatan bir millet olduğumuzu gösterelim” cümlesi tek taraflı bir üstünlük ifade etmekten başka nedir ki? Umarım birgün böyle bir cümlenin ırkçılık ile niye ve nasıl ilişkilendiğini konuşabileceğimiz bir dilimiz de olur.

Ekleme:

Ve mutlu son olur,  “diğer adı Aydın olan” Arthur oturma iznini alır, Canan Arıtman o akşam huzur içinde uyuyup rüyasında  en sevdiği pistolünü görür, göçmenlerin sorunlarının dermanı da açılım gibi başka bahara kalır.

Ekleme 2:

Ve Arizona’da olanlara en daim ustadan kucak dolusu selamlar yollanır.

Ulus-devletler günümüzde önceki zamanlara göre çok daha fazla göç ile imtihan olmakta. Dünya üstündeki göçmenlerin sayısı çoğu ülkenin nüfusunun üstünde. Göçmen çocuklarını, hatta torunlarını, dahil ettiğimizde göçün bir ülkeden başka bir ülkeye hareket ediş görüngüsünden çok daha fazlasını ihtiva ettiğini tekrar tekrar hatırlayabiliriz. Lakin hala devletlerin ve devlet-vatandaş ilişkisi üzerinden vatandaşların göçmene ve göç arkaplanı olanlara ayrımcılığının yerlebir edilemediğini esefle izlemeye devam ediyoruz.

Vatandaşlık hakkını kan üstünden tanımlama geleneğinin (Jus sanguinis) en belirgin temsilcisi olan Federal Almanya Cumhuriyeti, bu konuda taviz vererek ülke sınırları içinde doğma üstünden (Jus soli) de hakkın oluşabileceğine kani olmaya meğletmekte. Yine de göç ülkesi olduğunu bu kadar geç kabullenmesi ve hala çifte vatandaşlık hakkını kabullenememesi bize göç ile imtihanında yolun başında olduğunu da gösteriyor.

Zaten bazıları yaşadıkları ülkede vatandaşlık hakkı alsalar bile, hatta vatandaş olarak doğsalar bile ayrımcılık bitmiyor. Spiegel’de 9 Şubat 2010’da yayınlanan haberde Türkiye kökenli yüksek eğitimli Alman vatandaşlarının ne gibi ayrımcılıklara uğradıklarının altı çiziliyor. Aynı okullardan aynı notlarla mezun olan Tobias’ın Serkan’a göre iş bulma konusunda yüzde 24 daha şanslı olduğunu gözler önüne seriyor. İlgili başka bir habere de konu olan Almanya’daki Türkiye kökenli yüksek eğitimliler hakkındaki araştırmanın sonuçlarına göre, ayrımcılıktan dolayı yüksek eğitimli göç arkaplanlıların yüzde 38’i Türkiye’de iş bulmaya karar veriyor.

Bu yazının başlığı, “Ben size vatandaş olamazsınız demedim, …”, Spiegel’deki bir diğer haberde geçen bir işverenin şu sözlerinden evrilmiştir: “Üç tane Alman pasaportuna sahip olabilirsiniz, benim için Türk olarak kalacaksınız.”(“Sie können drei deutsche Pässe haben, für mich bleiben Sie ein Türke.”). Almanya’nın özellikle son yarım asırlık aldığı göç ile imtihanı daha uzun sürecek gibi…

Geçen ay Great Russel Street üzerinde bulunan Sendika merkezinde London Organiser Network (LON) tarafından ayda bir düzenlenen „Göçmen İşçilerin Örgütlenme Tecrübeleri“ konulu bir toplantıya katıldım. Sendika çalışanları ve üyelerinin katıldığı bu toplantılarda „örgütleme“ bakış açısı ile yeni bir sendika hareketine katkıda bulunmak isteyenler bir araya geliyorlar. Yaklaşık olarak 40 kişinin katıldığı bu toplantıda, New York merkezli Workplace projesinin kurucularından olan Jennifer Gordon, göçmen işçilerin sosyal hak mücadeleleri üzerine deneyimlerini aktardı.

Konuşmasına İngiltere ve Amerika arasındaki göçmen işçilerin statü farkını anlatarak başlayan Jennifer, Amerika’da çoğu Latin Amerika ülkelerinden gelmekte olan 12 milyonun üzerinde kağıtsız göçmenin yaşadığını belirtti. Bu sayı toplam çalışan nüfusun yüzde beşini oluştururken; tarım sektöründe toplam çalışan sayısının yüzde ellisini, gıda üretimi ve temizlik gibi sektörlerde ise yüzde yirmi beşini geçmekte.

Amerika’da kağıtsız işçiler, statülerinin belirsizliğine rağmen asgari ücret ve sağlık sigortası gibi temel haklara sahipken, işşizlik sigortası gibi diğer sosyal haklara sahip değiller. Sınır politikaları, iş yeri kontrolleri, polis baskısı, göçmenliği bir ‘güvenlik’ sorunu olarak tanımlayan baskın söylemler ve sosyal kurumların bu kişilere yönelik politika üretmemeleri, göçmenlere dair ‘görünmezlik’ politikalarını yeniden tanımlarken, kağıtsız göçmenler için farklı ‘hak rejimi politikalarının’ oluşmasına yol açıyor.

Bunun en somut örneği; işverenlerin, haklarına sahip çıkmak isteyen işçilere karşi “sınır polisine haber veririm” kozu ile bir korku politikası yaratırken, sendika ve diğer sosyal kurumların bu alanlarda sessiz kalması ve bunun bir çaresizlik durumunun ortaya çıkmasına yol açıyor olması. Ödenmeyen maaşlardan tutun da, kötü ve sağlıksız çalışma koşulları buna örnek olarak verilebilir. Burada temel soru, göçmenlerin sahip olduğu hakları nasıl işlevsel kılabilecekleri ve hangi örgütlenme biçimlerinin göçmenlerin mücadelesinde etkili olacağıdır.

Bu verilerden yola çıkarak, Jennifer Gordon, konuşmasında kendi mücadele deneyimlerini anlattı. Derneği kurduklarında amaçlarının demokratik işleyen ve şeffaf  yapısı olan bir örgütlenme biçimi kurmak istediklerinin altını çizen Jennifer, amaçlarının kağıtsız çalışanlara iş hayatı içinde sahip oldukları haklara dair hukuki destek vererek, örgütlenmenin önünü açacak yöntemler geliştirmek olduğunu belirtti.

Kendi deneyimlerini anlattığı çalışma, New York eyaletinde Long Island adasında genel olarak refah düzeyinin yüksek olduğu bir semtte, göçmenlerin ağırlıklı olarak ev içi hizmet ve inşaat sektöründe veya gündelik işçi olarak çalıştıkları yerde geçiyor. Dernekteki çalışmalara ilk etapta İspanyolca olarak Amerika’da işçi tarihi ve işçi hakları üzerine seminerler vererek başlanmış ve göçmenlerin kağıt üzerinde güvenlik, sağlık ve asgari ücret gibi konularda sahip oldukları hakları öğretilip, tartışılmış. Sahip olunan haklar bazında kendi çalışma koşullarını betimleyen işçiler, gerçek ile kanunun sunduğu çerçeve arasındaki fark gözler önüne serildiğinde, “peki ne yapılabilir” sorusunu ortaya atmışlar. Kanunların uygulamaya konulması sırasında gücün önemli bir faktör olarak ortaya çıkmasının tartışılması ile başlayan bu süreçte, hangi örgütlenme süreçlerinin başarılı olacağı tartışılmaya başlanmış.

Örgütlenme süreçlerine örnek olarak, sokak başında bekleyen gündelik işçiler için her sabah bir calışan/aktivistin gidip ortaklaşa bir gündelik fiyat belirlenmesine katkıda bulunduğu  ve bu sayede sokakta bekleyen işçilerin birbirleriyle fiyat rekabatine girmesinin önlendiği verildi. Diğer bir örnek ise eviçi hizmet sektöründe çalışan işçiler için, iş bulma ajanslarına baskı yaparak çalışanlar için uzun süreli iş sözleşmesi yapılması olmuş.

5 yıl içinde üye sayısı 500 kişiyi bulan dernekte, çalışanların iş yerindeki haklarını arama dışında, eyalet düzeyinde yeni bir yasa çıkarılması için de başarılı  bir kampanya düzenlenmiş. Çalışmaların meyvelerinin toplandığı diğer bir alan ise bu konuda sendikaların değişen tutumu olmuş: 1990’lı yıllar boyunca kaçak işçilere karşı mesafeli duran Sendika yönetimleri, 2000’li yılların başından itibaren özellikle tarım, gıda üretimi ve temizlik gibi sektörlerde kaçak işçilere ulaşmadan işçileri örgütleyemeyeceğini anlayınca, bu tip derneklerin elde ettiği başarıları da göz önünde bulundurarak bu konuyu sahiplenmeye başlamış. Almanya’da benzer örnekleri olan hak mücadelelerini bir başka yazıda ele alacağım.

Yakınlarda gazetelerde yayınlanan bir haber bana tekrar  Türk medyasının, Türkiye’ye çalışma amacı ile gelen kadınları nasıl sadece kısıtlı birkaç anlatı üzerinden görmeye inat ettiğini hatırlattı.  Bu haber vesilesi ile hızlıca bu anlatıların üzerinden gidelim:

Öncelikle iki ana başlığımız var: Suç bağlantılı haberler ve işçi olarak göçmen kadınlar:

Suç temalı haberler de iki ana başlık altında yoğunlaşıyor:

1) Zorla tutulan, kandırılan, seks kölesi yapılan kadınlar: Bu varolan anlatılar arasında en eskisi, bir klasik. “Kadınlar kendi istekleri, biliçleri ile göç etmeyi beceremezler ama pek çok zaman şiddete uğrar, kurban durumuna düşerler” temasının binbir yorumu.

2) Hırsızlar:  Türkiye’ye her nasıl ise gelmiş, ama yanında çalıştığı patronunun zenginliğine göz dikmiş, çalıp çırpıp sonra da kaçmaya çalışan kötü niyetliler. Neyse ki güvenlik güçlerimiz buna izin vermez, onları bulur derhal yakalar, kötüler de hakettikleri cezayı çekerler.

Bu iki hikaye göçmen kadın işçiler üzerinde yapılmış haberlerin belki de %90′ını oluşturur. Ama haksızlık etmeyelim, göçmen kadınları göçmen ve işçi olarak görebilen haberler de yapılmıyor değil.  O tür haberleri de kendi içlerinde şöyle ayırmak mümkün:

3) Amele pazarları: Laleli’deki birkaç otoparkta iş bekleyen kadınların “inanılmaz” hikayeleri. “Hiç çocuk bakıcısı amele pazarında iş bekler mi?”, ya da “Kadın aslında doktormuş, kalkmış buraya bu işi yapmaya gelmiş, vay be” alt metinli çeşitli haberler.

4) Ermeniler:  Türkiye’nin alicenaplığı, “düşmanı” ile bile ekmeğini paylaşmaya hazır oluşunu anlatan, “aslında onlar burayı oradan çok seviyorlar, ah işte Türk’ün gücü” temalı hikayeler.

Bunlar dışında bu konuda bir haber gören beri gelsin!