Göçmen Dayanışma Ağı adına Evrensel Gazetesi için yazdığımız yazımız.

Belirsiz bir geleceğin yolcusu Göçmen Kadınlar:

Evdeki Yeni Yardımcılar

Ayşe Akalın, Zeynep Kaşlı.

Başbakan Erdoğan’ın Mart 2010’da Türkiye’de yaşayan Ermeni göçmenler hakkında sarf ettiği tehditkâr sözler Ermenileri beklenmedik bir şekilde kamuoyunun gündemine getirdi. Her ne kadar Ermenistan vatandaşlarının Türkiye’de çalışıyor olması tarihsel sebeplerden ötürü konuyu farklı bir boyuta taşısa da, bu meselenin asıl önemi bir başka noktada yatmakta. 1990 sonrası Türkiye’ye yönelik yeni göçler içinde Ermenistan’dan gelenler aslında buzdağının sadece küçük bir parçası. Asıl olay ise Türkiye’nin 1990’ların başından itibaren çok farklı coğrafyalardan göç alan bir ülke haline gelmesi. Kendi içlerinde ekonomik sebepler ile Türkiye’ye çalışmaya gelen işçiler, çoğunlukla Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Türkiye’den transit geçenler ve üçüncü ülkelerden mültecilik hakkı beklerken Türkiye’de sığınmacı statüsünde kalanlar gibi alt gruplara ayrılmak ile beraber, göçmenlerin hepsi aslında büyük ölçüde benzer bir kaderi paylaşıyorlar: Vatandaşı olarak doğdukları ülkelerden kopmak zorunluluğunun neticesinde geldikleri ülkede, yani Türkiye’de, birçok temel hakka erişimleri olmadan, belirsiz bir geleceğe doğru  “görünmez” olarak uzun bir süre yaşamak zorunda kalmak.

Son dönemde, göç alanının yasal çerçevesini düzenlemek üzere, “yabancılar” ve “iltica”  başlıkları altında bazı kanun tasarıları ve bunlara istinaden genelgeler çıkarılıyor. Ama bu çalışmalar Türkiye’deki göçmenlerin temel ve acil sorunlarını dikkate almaktan çok uzaktalar. Aksine, Avrupa Birliği’nin talepleri, teşvikleri ve dayatmalarıyla düzenleniyor izlenimi veriyor. Sonuç itibari ile Türkiye’deki yasal statüleri ne olursa olsun göçmenlerin sorun ve durumlarını muhatap almayan farklı hukuki düzenlemeler, göçmenleri salt kısıtlamak ya da dışlamakla kalmayıp onları daha da görünmez kılıyor ve kendi sorunlarıyla baş başa bırakıyor.

Her Daim Kaçmak Zorunda Olmak…

Göçmenlerin hukuki alanda maruz kaldıkları  sorunların en önemlilerinden biri Türkiye’de çalışma ve ikamet izni almanın imkânsıza yakın zorluğu. Sığınmacı statüsündeki göçmenlerin kendilerine verilen kısıtlı ikamet süresi, çalışma izni almalarına mani oluyor. Ekonomik göçmenlerin çalışma izni başvuruları ise sadece ülkeye girmeden ve ancak eş zamanlı bir işveren başvurusu ile yapmaları zorunluluğu sebebi ile bu başvuruların yapılmasını bile imkansız hale getiriyor. Fiiliyattaki bu durum var olan hukuki düzenlemelerin de neredeyse hiçbir göçmenin hayatına olumlu bir değişiklik getirmeyen “sözde düzenlemeler” olarak kalmasına sebep oluyor.

Bütün bu kısıtlamalar sonucunda göçmenler kendilerine reva görülen “kaçak” statüsünde yaşamaya mahkûm kalıyorlar. Özellikle ekonomik sebepler ile göçenlerin hukuki görünmezliklerini kendilerinin de büyük oranda sürdürmeye çalışmaları, kendilerini dışlayan bir sisteme karşı bir tür savunma mekanizmasından öte bir şey değil.

Hukuksuzluğa terk edilen göçmen kadınlar ne yapacak?

Türkiye’deki göçmen kadınların sorunları arkalarında bıraktıkları aileleri, burada kaldıkları uzun sürelere karşın içinden çıkamadıkları “hukuksuz” statüleri yüzünden sürekli sınır dışı edilme tedirginliğinin getirdiği görünmez olma/kalma çabası, kendilerini ortasında buldukları erkeklik-devlet-aile koalisyonunun çatırdaması süreçleri gibi çok boyutlu ve karışık bir hikâye. Yakın dönemde gündeme gelen bir Türkmen bakıcının tecavüze uğradığı iddiası işte böyle bir çerçevede, yani farklı hak yoksunluklarının “göçmenin hukuksuzluğu”nda vücud bulması şeklinde okunması gerekir. Göçmen bir kadın için tecavüz sadece cinsel şiddet mağduru olmak değil, bu şiddetin kayıtlara geçtiği anda kendisinin sınır dışı edilmesi ve böylece de ailesi için kurduğu bütün bir hayat planının yok olması anlamına gelmektedir.

Göçmen Dayanışma Ağı olarak amacımız  özelikle bir “hukuksuzluk”ta vücud bulan göçmenliğin bu farklı  mağduriyet katmanlarını Türkiye gündemine taşımak ve mevcut sorunları muhataplarının talepleri ile orantılı olarak çözme gayesi güden bir siyasete işaret etmektir. Türkiye’nin artık binlerce “yabancı” kardeşleri, dostları, yaşayanları var. Bu insanların sorunlarını, onların bu sorunlarını yaşadıkları yerlerden bakarak, görebilmek hepimizin sorumluluğu.

Göçmen Dayanışma Ağı’yla iletişim için www.gocmendayanisma.org

GÖÇMEN KADINLARIN YAŞAMI İŞVERENİN  İNSAFINDA

Ekonomik nedenlerle hukuki görünmezliklerini devam ettirmek zorunda kalan göçmen kadınlar için ev işi sektörü önemli iş alanlarından birisi olarak ortaya çıktı. Ev işinin göç çeken bir alan haline gelmesi aslında birbirinden çok farklı iki grubun, yani işveren olarak “yerli” kadınların ve çalışan olarak göçmen kadınların, taleplerinin tarihsel bir tesadüf sonucu aynı noktada kesişmesinin hikayesidir. Göçmenler yazımızda belirttiğimiz sebeplerden dolayı Türkiye’de bulundukları süreler boyunca somut bir güvenlik ihtiyacı içinde yaşarlar. Bu yüzden Türkiye’de ev işinde göçmenlerin çoğunlukla yatılı olarak çalıştırılmaları, onların bu güvenlik ihtiyacını en somut biçimde karşılıyor. Ayrıca işverenlerinin evinde yatılı kalan göçmen bakıcılar temel barınma ve beslenme ihtiyaçlarını da işverene havale edebiliyor, bu sayede Türkiye’de çalıştıkları geçici süreyi olabildiğince çok maddi birikim yapabilecek şekilde değerlendiriyorlar. Ama bu karşılıksız bir kazanç değil. Ödedikleri bedel, Türkiye’de korkuyla karışık bir kaçaklık statüsünde yaşamak kadar, kendi ailelerinden ve sevdiklerinden uzakta, bambaşka bir ailenin yanında geçirdikleri ve tamamen işverenin insafı doğrultusunda şekillenen yıllar.

EV İŞİ VE BAKIM YÜKÜNÜN  “GÖRÜNMEZ” TAŞIYICILARI

Güvenlik, barınma, beslenme gibi taleplerin kesişmesi meselesinin diğer tarafındaki aktörler ise Türkiye’deki işverenlerdir. Varolan sistemde bakım ve ev işinin bütün sorumluluğunun aileye ve böylece da kadına terk edilmiş olması, daha somut bir ifade ile devletin de erkeklerin de bu alanda hiçbir sorumluluk taşımamaları, Türkiye’de sınıflar ve kökenler üstü bir gerçek olarak süregelmiştir. Bu durumun kırılmaya başlamasının iki önemli sebebi çalışan üst orta sınıf, beyaz yakalı kentli kadınların sayıca, yaşlı nüfusun da oransal olarak artmasıdır. Sonuçta evleri, aileleri ve mesleklerinin çok farklı taleplerini yerine getirmekte zorlanan kadınlar tek çıkış yolu olarak profesyonel bakıcı ve yardımcılara muhtaç kalmaktadır. Evde yatılı olarak istihdam edilen bir hizmetli onlar için yedek bir güç, adeta profesyonel bir ev kadını görevini üstlenmekte, böylece Türkiye’deki sistemin çok önemli bir gediği aslında “görünmez” olan göçmenler tarafından doldurulagelmekte.

Bu hafta derste “Irk ve Etnisite” başlığını işledik.  Her hafta üç saatlik derslerimizde öğrencilere güncel  örnekler üzerinden bazı temel sosyolojik kavramları öğretmeye çalışıyorum. Bu haftanın payına  da “streotyping/kalıplaşmış düşünce”, “prejudice/önyargı” ve “discrimination/ayrımcılık” düştü. Bu konulara örnekler muhtelif tabi. Ben bir anda öğrencilerin çok da üstüne gitmiş gibi olmamak için  daha çok Amerika’daki siyah/beyaz ayrımını kullanan örnekler kullanıyorum. Eskiden sınıflarım 30 kişi civarı iken “sizce Türkiye’de  ırkçılık var mı?” diye sorar, tartışmayı oraya bağlamaya çalışırdım. Şimdi öğrenci sayısı her sınıfta 6o civarı olduğundan böylesine ağır bir tartışmayı makul düzeyde götürmek bu ölçülerde pek mümkün olmuyor.

Ama gene de daha sudan örnekleri ele alarak bile kayda değer birşeyler yapıyoruz sanırım. Çünkü o bir-iki saatte yapılan ıvır zıvır tartışmanın bile öğrencilerin hayatında kayda değer bir bilgiye dönüşebildildiğini görebiliyorum. Lisede iken ilk kez Mete Tunçay’ın televizyonda bir programda Kurtuluş Savaşı ile ilgili o zamana kadar ömrümde duymadığım şeyler anlattığını duyduğumda ne kadar şaşkınlığa uğradığımı hatırlıyorum. Öğrencilerimin geçtiği yoldan ben de geçtim. Gerçek ile “öğretilen” arasındaki mesafe farkının farkına varmanın bile ne anlama gelebileceğini biliyorum.

Bu girizgah neden? Çünkü bir yandan TC’de ırkçılık nasıl öğretilir, buna kafa yormaya çalışıyorum. TC’de ırkçığımızla yüzleşeceğimiz o kadar çok hadise var ki. Ama bu hadiseleri algılamamızı, konuşmamızı, anlamlandırmamızı sağlayacak geniş katılıma açık bir alan, bir dil yok. O yüzden görüyor ama diyemiyor, duyuyor ama anlatamıyoruz. Benim  “açılım” diye yapacaklarını söyledikleri şeyden  anladığım bu idi. Artık “Müsluman Türkler kimseye zarar vermiş olamaz” diyen bir başbakanın anlamsız sözlerini pas geçip “her toplum bugün oldukları noktaya ancak pek çok acılar tarihinden geçerek gelebilmiştir”i konuşabilecektik. Olmadı, olamadı. Her güzel şey gibi geç bulduk, çabuk kaybettik ama biz onun fikrini bile çok sevdik.

Ki ırkçılık da öyle bir alan ki ona açılımlar yetmez. Kendine devamlı yeni alanlar, yeni eşitsizlikler, yeni ayrımcılıklar yaratır, yeni kurbanlar bulur. Amerika mesela, bu konuda diğer örnek olarak en iyi bildiğim vaka. Bir seviyede müthiş kayda değer bir gelişim.  Köleciliğe dayalı bir geçmişten, tarihin en ilerici toplumsal mücadelelerinden biri olan Sivil Haklar Mücadelesine, oradan da siyah bir başkana. Kimse küçümsemesin, bu büyük bir gelişmedir, her zaman takdire şayan kalacaktır. Ama yani Amerika’nın ırkçılıktaki en geniş fay hattı olan siyah/beyaz ayrımı biraz rahatlar da ne olur? Sahip olunan yapısal dengesizlik aynen kalır, içleri başka ilişkiler, aktörler, örnekler ile doldurulur. Nefretin nesnesi siyah beden gider göçmen gelir, ırkçılık baki kalır.

Ah şu göçmenler! Ne kadar çok yerden çıkabiliyorar. Üstelik hem yeni sorunlar yaratıp, hem de  eskilerini hortlatıveriyorlar. Türkiye’de ırkçılık var mıdır? Ne münasebet! Türk halkı misafirperver, devleti de alicenaptır. Yüzyıllar boyunca üç kıtada nam salmış, tebasına güvenlik , adalet getirmiş bir devletin torunlarının milletidir..dir dir de dir dir.

Canan Arıtman Başbakan’dan böyle bir talepte bulunurken aklından neler geçmiştir acaba? Söz konusu olan onbinler ile ifade edilen bir göçmen grubu iken salt bir kişinin sağlık sorunu ile ilgili olarak  diğerleri hiç yokmuşçasına böylesine –sözde- ısrarcı olmak ona kendisini nasıl hissettirmiştir? Tek bir kişiyi dert etmişçesine görünürken benzer durumlarda olabilecek daha pek çok göçmenin durumunu aklına bile getirmemenin aslında ne kadar ayrımcı  bir istek olduğunu hiç mi düşünemez?  Böyle bir talep ile birleştirilen “Bugün 24 Nisan ve Ermeniler bizi işlemediğimiz bir suçla suçluyor. Biz Türk milletinin ne kadar asil olduğunu; darda, zorda olana nasıl el uzatan bir millet olduğumuzu gösterelim” cümlesi tek taraflı bir üstünlük ifade etmekten başka nedir ki? Umarım birgün böyle bir cümlenin ırkçılık ile niye ve nasıl ilişkilendiğini konuşabileceğimiz bir dilimiz de olur.

Ekleme:

Ve mutlu son olur,  “diğer adı Aydın olan” Arthur oturma iznini alır, Canan Arıtman o akşam huzur içinde uyuyup rüyasında  en sevdiği pistolünü görür, göçmenlerin sorunlarının dermanı da açılım gibi başka bahara kalır.

Ekleme 2:

Ve Arizona’da olanlara en daim ustadan kucak dolusu selamlar yollanır.

Yakınlarda gazetelerde yayınlanan bir haber bana tekrar  Türk medyasının, Türkiye’ye çalışma amacı ile gelen kadınları nasıl sadece kısıtlı birkaç anlatı üzerinden görmeye inat ettiğini hatırlattı.  Bu haber vesilesi ile hızlıca bu anlatıların üzerinden gidelim:

Öncelikle iki ana başlığımız var: Suç bağlantılı haberler ve işçi olarak göçmen kadınlar:

Suç temalı haberler de iki ana başlık altında yoğunlaşıyor:

1) Zorla tutulan, kandırılan, seks kölesi yapılan kadınlar: Bu varolan anlatılar arasında en eskisi, bir klasik. “Kadınlar kendi istekleri, biliçleri ile göç etmeyi beceremezler ama pek çok zaman şiddete uğrar, kurban durumuna düşerler” temasının binbir yorumu.

2) Hırsızlar:  Türkiye’ye her nasıl ise gelmiş, ama yanında çalıştığı patronunun zenginliğine göz dikmiş, çalıp çırpıp sonra da kaçmaya çalışan kötü niyetliler. Neyse ki güvenlik güçlerimiz buna izin vermez, onları bulur derhal yakalar, kötüler de hakettikleri cezayı çekerler.

Bu iki hikaye göçmen kadın işçiler üzerinde yapılmış haberlerin belki de %90′ını oluşturur. Ama haksızlık etmeyelim, göçmen kadınları göçmen ve işçi olarak görebilen haberler de yapılmıyor değil.  O tür haberleri de kendi içlerinde şöyle ayırmak mümkün:

3) Amele pazarları: Laleli’deki birkaç otoparkta iş bekleyen kadınların “inanılmaz” hikayeleri. “Hiç çocuk bakıcısı amele pazarında iş bekler mi?”, ya da “Kadın aslında doktormuş, kalkmış buraya bu işi yapmaya gelmiş, vay be” alt metinli çeşitli haberler.

4) Ermeniler:  Türkiye’nin alicenaplığı, “düşmanı” ile bile ekmeğini paylaşmaya hazır oluşunu anlatan, “aslında onlar burayı oradan çok seviyorlar, ah işte Türk’ün gücü” temalı hikayeler.

Bunlar dışında bu konuda bir haber gören beri gelsin!