Yurt Dışı’nda 12 Eylül ve Sakıncalı Göçmenler

Göçmen-mekanda bir Siyasal Seferberlik Aracı olarak Anavatan

İnanç ve benzeri kültürel dokuların siyasallaşması ve buna koşut olarak yaşanan çatışmalar nedeniyle yerini yurdunu bırakmak zorunda kalan toplulukları isimlendiren diaspora[1] Musevi mabetlerinin M.Ö 586 yılında Babilliler ve M.Ö 70 yılında Romalılar tarafından yıkılması ve M.Ö 460 yılında başlayıp 60 yıl süren Peloponez Savaşları sonucunda onbinlerce insanın aidiyet hissettikleri topraklardan sürülmesiyle oluşan yeni bir toplumsal hale işaret eden bir kavram olarak tarih sahnesine çıkar. Yüzyıllar içerisinde içerik ve kapsam değiştiren kavram, İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni göçmenlerin anavatanla olan ilişkilerinin kavramsallaştırılmasında tekrar hatırlanır ve anavatanından uzak düşmüş hemen her göçmen topluluğu isimlendiren bir kavram olarak yeniden belirir.

Bu genişlemeye karşın kavramın kuramsal ve çözümleyici bir araç olarak değerini yitirdiğine ilişkin tartışmalar kaçınılmaz olmuş ve “oluşmakta olan”, “ticaret”, “emperyal” ve “emek” gibi çeşitli ön ekler türetilerek diaspora özelliği gösteren ama toplumsal, kültürel ve siyasal yönelimleri farklılaşmış olan topluluklar kavram çerçevesinde tutulmaya çabalanmıştır. Bu tartışmaların kendini tekrar eden kısırlığına karşın Thomas Faist’ın öncülüğünü yaptığı bir başka eğilim ise diaspora kavramının çağdaş göç çalışmalarında bir kenara bırakılması ve yola “ulus-aşırı göçmen” kavramı ile devam edilmesini önerir. Öyle ya da böyle kavramın uzun geçmişi içerisinde “memleket” mefhumunun göçmen topluluklar için duygusal-edilgen bir nesne değil, aksine siyasal saiklere dayalı güçlü bir seferberliğin motoru olarak yerini koruya geldiğini not etmek gerekiyor.

“Türk”ün 12 Eylül ile İmtihanı

12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye’de yaşanan Askeri Darbe göç-mekanının yukarıda tarif edilmeye çalışılan anavatan etkisini görmek açısından öncesi ve sonrasıyla birlikte önemli bir vaka sunar. 12 Eylül bu çerçeveden önem kazanan en başat özelliği “kimin 12 Eylül’ü” sorusu çervesinde Türkiye’den Avrupa’ya göç eden herkesin Türk (Turkish) kimlik-kategorisi içerisinde yerleştirilmesini imkansızlaştıran parçalayıcılığıdır. Kuşkusuz Türk kategorisi hiç bir zaman türdeş bir topluluğa işaret eder olmamıştır. Türkiye’den Avrupa’ya göçün başladığı 1960’lardan bu yana Türkiye’deki mevcut etnik, inançsal, siyasal, bölgesel, toplumsal ve sınıfsal yarılmaların tümü bu yeni toplumsal mekana da yansımış, göçün erken yıllarında Türkiye’den gelen herkesin dertlerine derman olmak için kurumsallaşan yerel ve ulusal ölçekli “Türk” dernekleri on yıl gibi kısa bir süre içerisinde mevcut yarılmalara koşut olarak isim ve işlev değiştirerek yoluna devam etmiştir. Fakat, 1970’lerin aşırı çatışmacı siyasallaşması, 12 Eylül’ün hemen ardından gelen dehşetli suskunluk ve 2000’lerin açılımlarına kadar süren tedirgin yıllar olarak üç dönemde inceleyebileceğimiz 12 Eylül Vakası her toplumsal kesimin kendince deneyimlediği bir süreç olarak bu parçalanmayı hızlandırmıştır.

Sakıncalı Göçmenlerin[2] 12 Eylül’ü Erken Başlar ve Geç Biter

Türkiyeli göçmen-mekana Aleviler penceresinden baktığım alan araştırmam esnasında 12 Eylül’ün gurbette ne denli zahmetli yaşanmış olduğuna ilişkin derin bir kanaat geliştirme şansım oldu. Örtüştüğü ve çatıştığı Sol ve Kürt kimliklerle beraber Aleviler açısından 12 Eylül Vaka’sının gurbette nasıl yaşandığını yukarıdaki üç dönem üzerinden konuşmak mümkün. Öncelikle, 12 Eylül’e giden süreç Aleviler açısından oldukça kanlı başlar. 1970’lerin son üç yılında Maraş, Sivas, Çorum, Yozgat, Malatya[3] gibi illerde yaşanan saldırılarla büyük kentlerdeki belli mahalleler dışında Türkiye’nin genel sattı Aleviler için güvensizleşir. Gelecekteki muhtemel bir dönüş için bu şehirlere yatırım yapmaya başlamış göçmen Aleviler 12 Eylül darbesi gelmeden bu bölgeleri boşaltmaya ve ailelerini yanlarına almaya başlar.

12 Eylül ile başlayan dönemde ise yurt dışına çıkışlar yoğunlaşır. Solun İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki kurtarılmış bölgeleri dağıtılırken örgütlü mücadele zeminini yitiren sempatizan ve sol-siyasiler halihazırda Avrupa’da teşkilatlanmış örgütlerin aracılığıyla, gurbetten tedirgin bir biçimde Türkiye’ye bakan göçmenlerle buluşur. Bu yıllara dair Türkiye’de okurken bir yaz tatiline gelen babalarının kendilerini apar topar Avrupa’ya götürdükleri beklenmedik göçmenleşme hikayeleri bugün Avrupa’da göçmen-siyaseti yapan bir çok şahsiyetin biyografilerinde ortaklaştıkları nokta olarak karşımıza çıkıyor olması bir tesadüf değil kuşkusuz.

Bu dönemin bir diğer bilinmeyen yanı 12 Eylül’ün Kapıkule’nin batısına uzayan korku gölgesidir. Türkiye’de yasaklamalara bağlı olarak bir çok insan Türkiye’de “dert olur” korkusuyla siyasi derneklerden uzaklaşmış, konsolosluklarda inisiyatifi ele alan askeri ateşeler Türkiyeli göçmen derneklerin seçimlerinde divan üyesi olarak boy gösterir ve ağırlıklarını Türk-İslam sentezci eğilimlerden yana koyar olmuş, konsolosluklardaki “penceresiz odalar” özel-davetlerle görüşmeye çağırılan “sakıncalı” kimselere memleketin içinden geçtiği güç dönemin telkin edildiği ikna odalarına dönüşmüştür.

Türkiye’de siyasetin askerin gölgesinde sağcı-liberal politikalarla yeniden tanımlandığı 1980’lerin sonuna doğru 12 Eylül travması Sol, Alevi ve Kürt siyasetler için derinleşir. Türkiye’den İngiltere’ye yaşanan göçün örneklediği gibi Anadolu’nun belirli bölgelerinden Avrupa’ya iltica patlaması yaşanır. İltica dalgalarını Türkiye’de ve Avrupa’da yönetenlerin kimlikleri ve sürecin işleyiş biçimi bu gidişlerin devlet eliyle yönetilen planlı bir boşaltma olduğuna ilişkin ciddi kuşkular uyandırır. 2000’lere gelene kadar Türkiye, devlet destekli ve sistemli insan hakları ihlalleri nedeniyle ilticacı-gönderen bir ülke olarak kalır.

Diğer yandan, Avrupa’da Kürt hareketinin etkin olarak egemenlik kurmaya çabaladığı 1990’lar boyunca ülkeye hakim çatışmacı iklim göç-mekanı da etkisi altına almış, devletle çatışmacı bir çizgi izleyen Sol ve Kürt hareketler kendilerine uzak gördüğü Sol ve Alevi kurumları baskı altına almaya çabalamıştır. Türkiye’deki kadar yaygın olmasa da Avrupa’nın bir çok ülkesinde şüpheli cinayetler görülmüştür, Türkiyeli siyasal kurumlar çeşitli istihbarat raporlarında kriminal faaliyetlerle birlikte anılır olmuştur. Söz gelimi, Londra’da faaliyet yürüten siyasi bir kurumun “Özgürlük Mücadelesine İngiltere’den Katılanlar” başlığıyla hazırlamış olduğu “Şehitler Köşesi” Avrupa’daki siyasallaşmanın boyutlarına işaret etmesiyle bu dönemin sancılarına işaret eder.

İbrahim Sevimli[4] 1990’ların hemen başında Avrupa’daki Türkiyeli siyasi iklimi incelediği kitabındaki tespitleri 12 Eylül’ün yaratmış olduğu travmayı anlamak açısından önemlidir. Anavatandan ağırca sürülmüş olan çeşitli siyasi duyarlılıklara sahip insanların kurdukları örgütleri “yurt-dışı” ön ya da son ekiyle anıyor, yaşadıkları coğrafyayı “cephe-gerisi alan” olarak tanımlıyor olmalarındaki soruna işaret eden Sevimli “yurt-dışı” ile kastedilen belirsiz coğrafyanın “kendilerinin de yaşadıkları bir yer olarak değil, kendilerinden uzakta bir coğrafya, kendilerinin dışında bir iktisadi-toplumsal-siyasal-kültürel bütünlük olarak” görüldüğüne işaret etmektedir. Bu mekan-algısında Türkiye “mücadele” Avrupa ise “Yurt dışında Mücadele” alanı olarak belirmekte ve ilkine tabi olarak tali bir uğraşı alanı oluşturmaktadır.[5]

Sözün kısası 12 Eylül Avrupa’da erken başlamış ve geç bitmiştir. Türkiye’nin görece normalleştiği 2000’lerle birlikte Türkiyeli göçmen-mekan da 1990’ların huzursuz ikliminden çıkmaya başladı. Söz gelimi, Berlin’deki Alevi Kültür Merkezi tabanının büyük bir bölümü Dersimli olmasına rağmen dernek çatısı altında 38 Dersim anmaları ilk defa 2000’lerin ortasına doğru yapılabildi, Dersim-dili kurum çatısı altında ancak yine aynı yıllarda konuşulur oldu. Benzeri bir sürecin yansıması olarak, hemen tüm üyeleri Kürtçe konuşan Alevi coğrafyasından gelen Londra’daki Alevi Kültür Merkezi’nde Kürtçe, benzeri korkuların aşılmasına koşut olarak son bir kaç yıldır konuşulmaya başlandı.

12 Eylül 2010 - Londra

12 Eylül 2010 - Londra

30. Yılında 12 Eylül’ü Açılımlar Gölgesinde Yurt Dışında Anmak

Bu yıl 12 Eylül’ün 30. Yılı olması, Sol, Alevi ve Kürtler tarafından mesafeli karşılanan referandumun aynı güne denk gelmesi Avrupa’da da yoğun bir seferberliğe neden oldu. Söz gelimi, Avrupa’nın üç önemli kentinde oldukça benzer tema ve içerikle üç toplantı gerçekleşitirildi: Londra’da “30. Yılında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasını Lanetliyoruz”, Köln’de “30. Yılında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasını Lanetliyor, Ölümünün 26. Yılında Yılmaz Güney’i anıyoruz” ve Berlin’de “12 Eylül ve Aleviler” başlığında düzenlenen toplantılara katılım önceki yıllara karşın 12 Eylül mağdurlarının ortak bir payda da buluşma çabasına işaret ediyordu. Programlarına baktığımızda bu ortaklaşmanın yansımalarını göze çarpıyor.

Söz gelimi, Köln’de düzenlenen toplantının katılımcıları BDP, Alevi Enstitüsü, Kızıl Bayrak, Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu, çeşitli sendika temsilcileri, hukukçu ve insan hakları aktivistlerinin yanısıra Pınar Sağ, Nurettin Rençber, Grup Haykırış gibi müzisyeler ve Tiyatro Piya katılıyordu. Bu profil diğer anmalara da hakimdi. Toplantılar konuşmacıların konu başlıklarında da ortaklaşıyordu: “12 Eylül ve Kürtler”, “ve Aleviler”, “ve İşçiler”, “ve Kadınlar”, “ve Cezaevleri”, “ve Hukuk”, “ve Sanat”.

Diğer yandan, ortak travmaları üzerinden yanyana durmaya çalışan bu gruplar arasında çeşitli gerilimler olduğunu vurgulamak gerekiyor. Söz gelimi, Londra’da düzenlenen toplantıda Londralı Türkiyeli topluluklar açısından bir ilk yaşanmış ve İngiltere Alevi Kültür Merkezi ve Cemevi yeni yönetimi ilk defa Sol ve Kürt kurumlarıyla birlikte bir masa etrafında toplanmıştı. Herkes kendi 12 Eylül’ünü anlatırken, kimi konuşmalacılar aynı anda Türkiye’de gerçekleşmekte olan referandumu hatırlatmış ve Alevilerin neden boykot yerine CHP’nin kuyruğuna takılarak “Hayır” dediğini merak ettiklerini sormuştu. Alevi örgütlenmesini devletin Sol ve Kürt hareketini bölmek üzere teşfik ettiği iddiasına dayanan bu göndermelerin farkında olarak konuşmasına başlayan IAKM Başkanı ise Alevilerin taraf gözetmeksizin hep ezilenlerin yanında yer aldığını ama Osmanlıyla dönem dönem ittifak eden Kürtlerin yeri geldiğinde Alevileri hedef almaktan geri durmadığını söylemesi salonda soğuk rüzgarlar estirdi.

Türkiye’den ziyarete gelmiş, sol-siyaset kökenli bir diğer Alevi siyasetçi ise “Devrimci Alevi Örgütlenmesi” olarak andığı Alevi duyarlılığın 1960’larda başladığına ve gerek Sol gerekse Kürt siyasetlerin yanında yer alan Alevilerin özellikle de 12 Eylül sürecinde çok büyük bedeller ödediğine dikkat çekti. Bu çıkışların ardından ağırlıkla Alevi inanç ve Kürt etnik kimliğinin örtüştüğü bölgelerden gelen katılımcılar arasında ciddi bir tartışma baş gösterdi. Benzeri tartışmalara farklı koşullarda tanık olmuş bir gözlemci olarak 12 Eylül’ü Lanetleme Toplantısında ortaya çıkan bu gerginliği uzun bir dönem içerisinde yaşanan 12 Eylül travmasının bir uzantısı olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.

Dün memleketteki siyasal baskı ve gerginliklerin her türlü sarsıntısını göçmen-mekanda yaşayanlar memlekete gidip gelmenin önünde engel kalmadığını bugün, açılımlarla birlikte tüm yaşananları “dert olur” çekincesi duymadan konuşabilecekleri yeni bir koşul içinde buldular kendilerini. Fakat, bu yeni koşulun kendisi tek başına yaşananlara derman olmuyor. Bazı çevreler yaşadıkları, yerleşikleştikleri koşulları “yurt-dışı” olarak görmenin yanlışlığını fark ederek daha Avrupalı-merkezli bir bakış açısı çizmeye çabalarken, bir çoklarıysa Türkiye’deki görece rahatlamanın zorlamaya başladığı eski bakış açısının yerine yenisi koymaya çabalıyor. Bu yazıyla, tıpkı 12 Eylül Vaka’sı gibi Açılımlar’ın da birbirini izleyen süreçler olarak gurbette nasıl algılandığı ve deneyimlendiğinin, anavatanın göçmen-mekanda nasıl bir siyasal seferberliğe yol açtığı ve bu etkinin değişen yansımalarını görmek açısında çalışılması gereken müstesna bir örnek sunduğunu not etmek istedim.


[1] Eski Yunanca: (DiaSpor), Tohum saçılması / boydan boya dölleme.

[2] Anavatan’ın göçmenler açısından önemli bir siyasal seferberlik aracı olması gibi göçmenler de anavatan açısından ciddi bir siyasal kaygı unsuru olabilir. Diaspora kavramının farklı yüzler bulduğu bir çok örnekte bu kaygının haklılığını görüyoruz. Uzaktan ve yeni bir siyasal, toplumsal tebdil-i mekanın ferahlığından anavatana bakmak kuşkusuz farklı ve aykırı şeyler söyleyebilmenin önemli bir zeminiydi. Bu çerçeveden ayrı bir yazı konusu olma hakkını saklı tutarak, “sakıncalı göçmen” kavramı üzerine düşünebileceğimizi sanıyorum. Konumuz açısından, Aleviler, Kürtler ve Solcular Türkiye’deki 3K Doktrini’nin (Komünistler, Kürtler, Kızılbaşlar) bir uzantısı olarak göçmen-zeminin de sakıncalıları olarak görüldüğünü not etmek gerekiyor.

[3] Bu illerin bir diğer özelliği geniş bir Alevi kırsal hinterlantına sahip olmalarıydı. 1960’larda birlikte açılan gurbet kapısından geçen Aleviler bu on yıl boyunca biriktirdikleri göçmen-sermayesini bu il ve bağlı ilçe merkezlerine akıtmış, yatırımları takiben kırsaldan bu merkezlere doğru yoğun bir Alevi göçü yaşanmıştı. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak Aleviler il ve ilçe merkezlerinde görünür olmaya başlamıştır. Bahsi geçen saldırıları yükselen Alevi görünürlüğüne karşı olduğunu iddia eden tezler bugün yaygınca dile getirilmektedir.

[4] Sevimli, İbrahim. (1993), Uzun Bir Göç Öyküsü: Halk, Göçmen, Azınlık ya da Ulus Olmak, Belge Yayınları.

[5] Bu yılların Avrupa’sında en yaygın siyasal etkinlik biçimi “Yılmaz Güney Anmaları” olmuştur. Bugün halen benzeri toplantılarda adı anılan Yılmaz Güney’in Avrupa’da, sürgünde vefat etmiş olması bu önemini anlamamız açısından önemli. Bu toplantıların hemen hepsinde en çok okunan metin ise Güney’in sürgünlük halini tanımladığı konuşmasından alınan şu cümlelerdir: “Benim için sürgün, ülkeme yeniden dönebilmek için kararlı bir mücadele demektir. Benim için sürgün dünya halklarıyla ilişki kurmak demektir… Benim için sürgün, sürgün demek değildir.” Sanıyorum bu dizelerle birlikte düşünüldüğünde, Sirkeci’nin işaret ettiği Avrupalı kurumların kendilerini tanımlamada “Yurt-dışı” kavramını kullanıyor olmaları anlaşılır olacaktır.