Bu hafta derste “Irk ve Etnisite” başlığını işledik.  Her hafta üç saatlik derslerimizde öğrencilere güncel  örnekler üzerinden bazı temel sosyolojik kavramları öğretmeye çalışıyorum. Bu haftanın payına  da “streotyping/kalıplaşmış düşünce”, “prejudice/önyargı” ve “discrimination/ayrımcılık” düştü. Bu konulara örnekler muhtelif tabi. Ben bir anda öğrencilerin çok da üstüne gitmiş gibi olmamak için  daha çok Amerika’daki siyah/beyaz ayrımını kullanan örnekler kullanıyorum. Eskiden sınıflarım 30 kişi civarı iken “sizce Türkiye’de  ırkçılık var mı?” diye sorar, tartışmayı oraya bağlamaya çalışırdım. Şimdi öğrenci sayısı her sınıfta 6o civarı olduğundan böylesine ağır bir tartışmayı makul düzeyde götürmek bu ölçülerde pek mümkün olmuyor.

Ama gene de daha sudan örnekleri ele alarak bile kayda değer birşeyler yapıyoruz sanırım. Çünkü o bir-iki saatte yapılan ıvır zıvır tartışmanın bile öğrencilerin hayatında kayda değer bir bilgiye dönüşebildildiğini görebiliyorum. Lisede iken ilk kez Mete Tunçay’ın televizyonda bir programda Kurtuluş Savaşı ile ilgili o zamana kadar ömrümde duymadığım şeyler anlattığını duyduğumda ne kadar şaşkınlığa uğradığımı hatırlıyorum. Öğrencilerimin geçtiği yoldan ben de geçtim. Gerçek ile “öğretilen” arasındaki mesafe farkının farkına varmanın bile ne anlama gelebileceğini biliyorum.

Bu girizgah neden? Çünkü bir yandan TC’de ırkçılık nasıl öğretilir, buna kafa yormaya çalışıyorum. TC’de ırkçığımızla yüzleşeceğimiz o kadar çok hadise var ki. Ama bu hadiseleri algılamamızı, konuşmamızı, anlamlandırmamızı sağlayacak geniş katılıma açık bir alan, bir dil yok. O yüzden görüyor ama diyemiyor, duyuyor ama anlatamıyoruz. Benim  “açılım” diye yapacaklarını söyledikleri şeyden  anladığım bu idi. Artık “Müsluman Türkler kimseye zarar vermiş olamaz” diyen bir başbakanın anlamsız sözlerini pas geçip “her toplum bugün oldukları noktaya ancak pek çok acılar tarihinden geçerek gelebilmiştir”i konuşabilecektik. Olmadı, olamadı. Her güzel şey gibi geç bulduk, çabuk kaybettik ama biz onun fikrini bile çok sevdik.

Ki ırkçılık da öyle bir alan ki ona açılımlar yetmez. Kendine devamlı yeni alanlar, yeni eşitsizlikler, yeni ayrımcılıklar yaratır, yeni kurbanlar bulur. Amerika mesela, bu konuda diğer örnek olarak en iyi bildiğim vaka. Bir seviyede müthiş kayda değer bir gelişim.  Köleciliğe dayalı bir geçmişten, tarihin en ilerici toplumsal mücadelelerinden biri olan Sivil Haklar Mücadelesine, oradan da siyah bir başkana. Kimse küçümsemesin, bu büyük bir gelişmedir, her zaman takdire şayan kalacaktır. Ama yani Amerika’nın ırkçılıktaki en geniş fay hattı olan siyah/beyaz ayrımı biraz rahatlar da ne olur? Sahip olunan yapısal dengesizlik aynen kalır, içleri başka ilişkiler, aktörler, örnekler ile doldurulur. Nefretin nesnesi siyah beden gider göçmen gelir, ırkçılık baki kalır.

Ah şu göçmenler! Ne kadar çok yerden çıkabiliyorar. Üstelik hem yeni sorunlar yaratıp, hem de  eskilerini hortlatıveriyorlar. Türkiye’de ırkçılık var mıdır? Ne münasebet! Türk halkı misafirperver, devleti de alicenaptır. Yüzyıllar boyunca üç kıtada nam salmış, tebasına güvenlik , adalet getirmiş bir devletin torunlarının milletidir..dir dir de dir dir.

Canan Arıtman Başbakan’dan böyle bir talepte bulunurken aklından neler geçmiştir acaba? Söz konusu olan onbinler ile ifade edilen bir göçmen grubu iken salt bir kişinin sağlık sorunu ile ilgili olarak  diğerleri hiç yokmuşçasına böylesine –sözde- ısrarcı olmak ona kendisini nasıl hissettirmiştir? Tek bir kişiyi dert etmişçesine görünürken benzer durumlarda olabilecek daha pek çok göçmenin durumunu aklına bile getirmemenin aslında ne kadar ayrımcı  bir istek olduğunu hiç mi düşünemez?  Böyle bir talep ile birleştirilen “Bugün 24 Nisan ve Ermeniler bizi işlemediğimiz bir suçla suçluyor. Biz Türk milletinin ne kadar asil olduğunu; darda, zorda olana nasıl el uzatan bir millet olduğumuzu gösterelim” cümlesi tek taraflı bir üstünlük ifade etmekten başka nedir ki? Umarım birgün böyle bir cümlenin ırkçılık ile niye ve nasıl ilişkilendiğini konuşabileceğimiz bir dilimiz de olur.

Ekleme:

Ve mutlu son olur,  “diğer adı Aydın olan” Arthur oturma iznini alır, Canan Arıtman o akşam huzur içinde uyuyup rüyasında  en sevdiği pistolünü görür, göçmenlerin sorunlarının dermanı da açılım gibi başka bahara kalır.

Ekleme 2:

Ve Arizona’da olanlara en daim ustadan kucak dolusu selamlar yollanır.