(Besim Can ZIRH, Mayıs 2008 – Londra)

Hackney Boys: Küresel bir Kentte Yerelleşmeye dair..

Arka Plan

Londra’nın en küçük ilçelerinden biri olan Hackney kentin Kuzey Doğusunda yer alır. Belediyenin internet sitesinde “gerçek anlamda küresel” olmakla kıvanç duyduğu ilçe altı kıtadan onlarca farklı etnik köken ve inançtan gelen 207,000 insana ev sahipliği yapmaktadır. Hackney Türkiye’den gelen göçmenlerin yoğunlukla yerleştiği dört ilçeden biridir ve sahip olduğu nüfusun önemli bir kısmını “Türkçe konuşan topluluklar” (Turkish speaking communities) olarak adlandırılan Türkiyeli Türk ve Kürt ve Kıbrıslı Türk göçmenler oluşturmaktadır.

Türkiye’den Britanya’ya yaşanan göçe ilişkin rakkamlar vererek konuşmak pek mümkün değildir. Türkiye Britanya göç-hattı 1970’lerin başında öğrenim amaçlı ya da siyasi nedenlerle gelen küçük bir toplulukla başlar. 1970’lerin sonuna doğru Doğu Anadolu (Kayseri-Maraş), İç Anadolu (Niğde-Aksaray) ve Orta Karadeniz (Giresun) bölgelerinden gelen küçük göçmen topluluklarla bu kompozisyon çeşitlenir. 1980’lerin ortasına değin bu ülkedeki Türkiyeli göçmen sayısının binlerle ifade edilirken Kıta Avrupa’sındaki olağan göç yollarının kapanmasına koşut olarak yeni bir güzargah olarak keşfedilmiş ve ağırlıklı olarak “iltica” stratejisi ile işlevselleşmiştir. Özellikle 1985 ve 1995 yılları arasındaki on yıllık dönemde yaşanan yoğun iltica dalgaları Britanya’da yaşayan Türkiyeli göçmen toplulukların sayısını ve mizacını belirlemiştir.

Yaşanan göçün ağırlıkla ilticaya dayalı ve belgesiz olduğu düşünüldüğünde bugün halen Britanya’da yaşayan Türkiyeli göçmen nüfusa ilişkin sağlıklı bir verinin olmaması şaşırtıcı değildir. Çeşitli kaynaklar incelendiğinde bu “belgesiz” (undocumented) göcün ebatlarının 120 bin ila 400 bin arasında tahmin edildiği görülmektedir. Gerek yaşanan göçün belgesiz oluşu gerekse de göç sonrası ortaya çıkan kayıt- ve yasa-dışı haller nedeniyle Türkiye-Britanya göç hattı Türkiyeli göçmenler açısından en güvensiz ve en travmatik güzergahların başında gelir.

Görselin Hikayesi

Bu resim İngiltere Alevi Kültür Merkezi ve Cemevi’nde bağlama dersini bekleyen gençler arasında çekildi.

Hackney ilçesinin amblemini olan <H> gençlerden birinin ellerinde ifade bulur. Hackney’de yaşayan gençler arasında yaygın olan bu el işareti yerelleşen bir alt kültüre işaret etmektedir. Ellerin ardında ebeveylerden miras anavatan kültürü temsil eden Zülfikar kolyesi parıldar. İki farklı yerele dair olan bu semboller küresel bir spor giyim markasının zemininde bir araya gelerek yeni bir anlam bütünlüğüne ulaşır.

Londra’da alan çalışmamı yaptığım dönemde yaşanan intihar vakaları Türkçe ve Kürtçe konuşan toplumları derinden sarstı. Kürtçe konuşan Alevi toplumun üyesi 11 genç 9 ay gibi kısa bir dönem içerisinde farklı yöntemlerle intihar etti. İntihar vakaları Galler Bölgesi’nde bulunan 39 bin nüfuslu Bridgend kasabasında yaşanan 24 genç intihar vakası ile aynı dönemde yaşandı. Bridgend kasabası intiharları Britanya medyası’nda geniş yer bulurken Londra’da yaşananlar ise sadece tek bir haber ile temsil edildi. Elbette ki bu Türkiyelilere özgü bir durum değildi. İntihar gibi can yakıcı bir meseleyi bir kenara bıraktığımızda dahi, Britanya’nın taşrasında yaşanan hafifmeşrep bir hadisenin Londra merkezine on dakika mesafedeki göç alanlarında yaşanmakta olan ciddi vakalardan daha önemli olabilmesi pek mümkün.

Fotoğrafı bu çerçeveye yerleştirdiğimizde, şöylesi bir okuma yapmak mümkün gözüküyor: El işareti göçmen kökenli gençlerin yaşadıkları yerele dair geliştirdikleri bir aidiyeti imler. Fakat, bu yerelleşme “normalizasyon” ya da “entegresyon” biçiminde tezahür etmez. Zira, bu aidiyet genel “Britanyalı” kategorisine ilişkin değil, el işareti ve “I love Hackney” tişörtlerinin işaret ettiği gibi Londra’nın içinde kültürel bir ada olarak Hackney ilçesine dairdir. Tıpkı Berlin Kreuzberg’de olduğu gibi.

Alevi kültürüne işaret eden çift-başlı kılınç simgesi ise anavatanla olan eğreti ilişikliğin ifadesidir. Tıpkı Hackney yerelleşmesinde olduğu gibi, bu ilişiklik anavatan olarak Türkiye ve bu alana ilişkin aidiyet biçimi olarak Türk ulusal kimliğine olmaktan ziyade ulusal bütünün içinde bir diğer kültürel ada olarak ebeveynlerin memleketi olan Maraş’ın bir ilçesine ve muayyen bir kimlik olarak Aleviliğe dairdir. Böylece Londra’nın bir ilçesi olarak Hackney ve Maraş’ın bir ilçesi olarak Elbistan kendi ulusal bağlamlarından bağımsızlaşarak yerel-aşırı bir düzlemde teğellenir ve küresel bir markanın gölgesinde yeniden anlam kazanır.

Diğer yandan, bu gençlerin yaşadığı travmanın gerek Britanya gerekse de Türkiye medyasında bulduğu kısıtlı alanın işaret ettiği bir başka durum söz konusudur. Zira, bu yerel-aşırılaşma bir çoklarının kutladığı gibi bir genişlik ve ferahlık değil, aksine bir daralma ve bunalma alanıdır. Hem ebeveylerin geldiği hem de doğdukları ülkenin dar kültürel anklavlarında toplumsallaşan bu kuşak için iki-yerelde iki-dilsiz olma hallerini teskin etmenin tek yolu küresel marka ve bu simgelerin işaret ettiği kültür biçimlerinin zahmetsiz anlam bütünlüklerine sığınmak biçiminde ortaya çıkar. Ebeveylerin kültürel bir yozlaşma olarak gördükleri Rap ve Hip-Hop ve dolayısıyla gangsta biçim ve haller aynı mahalleri paylaşan farklı kültürlerden gelen gençlerin ortak diline dönüşür.

Diğer yandan, bahsi geçen yerel-aşırılaşma göçmenin gündelik yaşamına ilişkin bir güvence değildir. Zira, oğlunu kaybeden bir annenin ağıtı her iki evinde de duyulmaz olur. Evlerden biri “gerçek anlamda küresel” bir ilçe olsa dahi…

Fotoğraf, Besim Can ZIRH, Mayıs 2008 – Londra

(Fotoğraf ve Metin Oxford – Compas Göç Fotoğrafları Yarışmasında – 2009 üçüncülük ödülü almış ve ilintili dört diğer fotoğraf ile Mart 2010 tarihinde düzenlenen Göç Deneyimleri konulu fotoğraf sergisinde yer almıştır.)

Ulus-devletler günümüzde önceki zamanlara göre çok daha fazla göç ile imtihan olmakta. Dünya üstündeki göçmenlerin sayısı çoğu ülkenin nüfusunun üstünde. Göçmen çocuklarını, hatta torunlarını, dahil ettiğimizde göçün bir ülkeden başka bir ülkeye hareket ediş görüngüsünden çok daha fazlasını ihtiva ettiğini tekrar tekrar hatırlayabiliriz. Lakin hala devletlerin ve devlet-vatandaş ilişkisi üzerinden vatandaşların göçmene ve göç arkaplanı olanlara ayrımcılığının yerlebir edilemediğini esefle izlemeye devam ediyoruz.

Vatandaşlık hakkını kan üstünden tanımlama geleneğinin (Jus sanguinis) en belirgin temsilcisi olan Federal Almanya Cumhuriyeti, bu konuda taviz vererek ülke sınırları içinde doğma üstünden (Jus soli) de hakkın oluşabileceğine kani olmaya meğletmekte. Yine de göç ülkesi olduğunu bu kadar geç kabullenmesi ve hala çifte vatandaşlık hakkını kabullenememesi bize göç ile imtihanında yolun başında olduğunu da gösteriyor.

Zaten bazıları yaşadıkları ülkede vatandaşlık hakkı alsalar bile, hatta vatandaş olarak doğsalar bile ayrımcılık bitmiyor. Spiegel’de 9 Şubat 2010’da yayınlanan haberde Türkiye kökenli yüksek eğitimli Alman vatandaşlarının ne gibi ayrımcılıklara uğradıklarının altı çiziliyor. Aynı okullardan aynı notlarla mezun olan Tobias’ın Serkan’a göre iş bulma konusunda yüzde 24 daha şanslı olduğunu gözler önüne seriyor. İlgili başka bir habere de konu olan Almanya’daki Türkiye kökenli yüksek eğitimliler hakkındaki araştırmanın sonuçlarına göre, ayrımcılıktan dolayı yüksek eğitimli göç arkaplanlıların yüzde 38’i Türkiye’de iş bulmaya karar veriyor.

Bu yazının başlığı, “Ben size vatandaş olamazsınız demedim, …”, Spiegel’deki bir diğer haberde geçen bir işverenin şu sözlerinden evrilmiştir: “Üç tane Alman pasaportuna sahip olabilirsiniz, benim için Türk olarak kalacaksınız.”(“Sie können drei deutsche Pässe haben, für mich bleiben Sie ein Türke.”). Almanya’nın özellikle son yarım asırlık aldığı göç ile imtihanı daha uzun sürecek gibi…

Geçen ay Great Russel Street üzerinde bulunan Sendika merkezinde London Organiser Network (LON) tarafından ayda bir düzenlenen „Göçmen İşçilerin Örgütlenme Tecrübeleri“ konulu bir toplantıya katıldım. Sendika çalışanları ve üyelerinin katıldığı bu toplantılarda „örgütleme“ bakış açısı ile yeni bir sendika hareketine katkıda bulunmak isteyenler bir araya geliyorlar. Yaklaşık olarak 40 kişinin katıldığı bu toplantıda, New York merkezli Workplace projesinin kurucularından olan Jennifer Gordon, göçmen işçilerin sosyal hak mücadeleleri üzerine deneyimlerini aktardı.

Konuşmasına İngiltere ve Amerika arasındaki göçmen işçilerin statü farkını anlatarak başlayan Jennifer, Amerika’da çoğu Latin Amerika ülkelerinden gelmekte olan 12 milyonun üzerinde kağıtsız göçmenin yaşadığını belirtti. Bu sayı toplam çalışan nüfusun yüzde beşini oluştururken; tarım sektöründe toplam çalışan sayısının yüzde ellisini, gıda üretimi ve temizlik gibi sektörlerde ise yüzde yirmi beşini geçmekte.

Amerika’da kağıtsız işçiler, statülerinin belirsizliğine rağmen asgari ücret ve sağlık sigortası gibi temel haklara sahipken, işşizlik sigortası gibi diğer sosyal haklara sahip değiller. Sınır politikaları, iş yeri kontrolleri, polis baskısı, göçmenliği bir ‘güvenlik’ sorunu olarak tanımlayan baskın söylemler ve sosyal kurumların bu kişilere yönelik politika üretmemeleri, göçmenlere dair ‘görünmezlik’ politikalarını yeniden tanımlarken, kağıtsız göçmenler için farklı ‘hak rejimi politikalarının’ oluşmasına yol açıyor.

Bunun en somut örneği; işverenlerin, haklarına sahip çıkmak isteyen işçilere karşi “sınır polisine haber veririm” kozu ile bir korku politikası yaratırken, sendika ve diğer sosyal kurumların bu alanlarda sessiz kalması ve bunun bir çaresizlik durumunun ortaya çıkmasına yol açıyor olması. Ödenmeyen maaşlardan tutun da, kötü ve sağlıksız çalışma koşulları buna örnek olarak verilebilir. Burada temel soru, göçmenlerin sahip olduğu hakları nasıl işlevsel kılabilecekleri ve hangi örgütlenme biçimlerinin göçmenlerin mücadelesinde etkili olacağıdır.

Bu verilerden yola çıkarak, Jennifer Gordon, konuşmasında kendi mücadele deneyimlerini anlattı. Derneği kurduklarında amaçlarının demokratik işleyen ve şeffaf  yapısı olan bir örgütlenme biçimi kurmak istediklerinin altını çizen Jennifer, amaçlarının kağıtsız çalışanlara iş hayatı içinde sahip oldukları haklara dair hukuki destek vererek, örgütlenmenin önünü açacak yöntemler geliştirmek olduğunu belirtti.

Kendi deneyimlerini anlattığı çalışma, New York eyaletinde Long Island adasında genel olarak refah düzeyinin yüksek olduğu bir semtte, göçmenlerin ağırlıklı olarak ev içi hizmet ve inşaat sektöründe veya gündelik işçi olarak çalıştıkları yerde geçiyor. Dernekteki çalışmalara ilk etapta İspanyolca olarak Amerika’da işçi tarihi ve işçi hakları üzerine seminerler vererek başlanmış ve göçmenlerin kağıt üzerinde güvenlik, sağlık ve asgari ücret gibi konularda sahip oldukları hakları öğretilip, tartışılmış. Sahip olunan haklar bazında kendi çalışma koşullarını betimleyen işçiler, gerçek ile kanunun sunduğu çerçeve arasındaki fark gözler önüne serildiğinde, “peki ne yapılabilir” sorusunu ortaya atmışlar. Kanunların uygulamaya konulması sırasında gücün önemli bir faktör olarak ortaya çıkmasının tartışılması ile başlayan bu süreçte, hangi örgütlenme süreçlerinin başarılı olacağı tartışılmaya başlanmış.

Örgütlenme süreçlerine örnek olarak, sokak başında bekleyen gündelik işçiler için her sabah bir calışan/aktivistin gidip ortaklaşa bir gündelik fiyat belirlenmesine katkıda bulunduğu  ve bu sayede sokakta bekleyen işçilerin birbirleriyle fiyat rekabatine girmesinin önlendiği verildi. Diğer bir örnek ise eviçi hizmet sektöründe çalışan işçiler için, iş bulma ajanslarına baskı yaparak çalışanlar için uzun süreli iş sözleşmesi yapılması olmuş.

5 yıl içinde üye sayısı 500 kişiyi bulan dernekte, çalışanların iş yerindeki haklarını arama dışında, eyalet düzeyinde yeni bir yasa çıkarılması için de başarılı  bir kampanya düzenlenmiş. Çalışmaların meyvelerinin toplandığı diğer bir alan ise bu konuda sendikaların değişen tutumu olmuş: 1990’lı yıllar boyunca kaçak işçilere karşı mesafeli duran Sendika yönetimleri, 2000’li yılların başından itibaren özellikle tarım, gıda üretimi ve temizlik gibi sektörlerde kaçak işçilere ulaşmadan işçileri örgütleyemeyeceğini anlayınca, bu tip derneklerin elde ettiği başarıları da göz önünde bulundurarak bu konuyu sahiplenmeye başlamış. Almanya’da benzer örnekleri olan hak mücadelelerini bir başka yazıda ele alacağım.

Yakınlarda gazetelerde yayınlanan bir haber bana tekrar  Türk medyasının, Türkiye’ye çalışma amacı ile gelen kadınları nasıl sadece kısıtlı birkaç anlatı üzerinden görmeye inat ettiğini hatırlattı.  Bu haber vesilesi ile hızlıca bu anlatıların üzerinden gidelim:

Öncelikle iki ana başlığımız var: Suç bağlantılı haberler ve işçi olarak göçmen kadınlar:

Suç temalı haberler de iki ana başlık altında yoğunlaşıyor:

1) Zorla tutulan, kandırılan, seks kölesi yapılan kadınlar: Bu varolan anlatılar arasında en eskisi, bir klasik. “Kadınlar kendi istekleri, biliçleri ile göç etmeyi beceremezler ama pek çok zaman şiddete uğrar, kurban durumuna düşerler” temasının binbir yorumu.

2) Hırsızlar:  Türkiye’ye her nasıl ise gelmiş, ama yanında çalıştığı patronunun zenginliğine göz dikmiş, çalıp çırpıp sonra da kaçmaya çalışan kötü niyetliler. Neyse ki güvenlik güçlerimiz buna izin vermez, onları bulur derhal yakalar, kötüler de hakettikleri cezayı çekerler.

Bu iki hikaye göçmen kadın işçiler üzerinde yapılmış haberlerin belki de %90′ını oluşturur. Ama haksızlık etmeyelim, göçmen kadınları göçmen ve işçi olarak görebilen haberler de yapılmıyor değil.  O tür haberleri de kendi içlerinde şöyle ayırmak mümkün:

3) Amele pazarları: Laleli’deki birkaç otoparkta iş bekleyen kadınların “inanılmaz” hikayeleri. “Hiç çocuk bakıcısı amele pazarında iş bekler mi?”, ya da “Kadın aslında doktormuş, kalkmış buraya bu işi yapmaya gelmiş, vay be” alt metinli çeşitli haberler.

4) Ermeniler:  Türkiye’nin alicenaplığı, “düşmanı” ile bile ekmeğini paylaşmaya hazır oluşunu anlatan, “aslında onlar burayı oradan çok seviyorlar, ah işte Türk’ün gücü” temalı hikayeler.

Bunlar dışında bu konuda bir haber gören beri gelsin!